28 Şubat 2011 Pazartesi

Neden ülke olarak her şeyden korkar bir hal aldık anlamıyorum. Hani biz daha doksan yıl önce tüm dünyaya cesaret dersi vermiştik, biz ki beş yüz yıl önce üç kıtada at koşturmuştuk. Gelin görün ki, yıl 2011 oldu ve biz her şeyden korkuyoruz. İşin kötü tarafı da yabancıdan, o ünlü hep bizi yıkmaya çalışan dış mihraklardan da değil; bilhassa kendimizden korkar hale geldik. Alevilerden, Ermenilerden, Kürt milletinden, komünistinden, sağcısından, liberalinden…
Her şeyden korkuyoruz, herkese karşı güvensiziz. Demokratik ve medeni olmanın olmazsa olmaz şartı sindirmeyi yanlış anlamışız gibi geliyor bazen. Sindirmek, kabullenip benimsemek anlamına gelmeli iken bizde yok etmek bitirmek gibi anlaşılıyor.
Biz sindiriyoruz ülke olarak, anlamadan kurşun sıkıyor, dinlemeden şehirleri yakıyoruz.
Maraş olayları, Çorum olayları, Gazi Mahallesi, iki temmuz Madımak yarası…
Şu küçücük devlet tarihinde sırf farklı oldukları için bir topluluğa yapılmış sindirme politikasını nasıl açıklayabiliriz ki başka. Zorla köylerine diktiğimiz camileri, çocuklarına kıldırdığımız namazları ne izah edebilir başka. İbadethanelerine çalgı türkü çalınan düğün salonu muamelesi yapacak kadar kör ve öfkeli olmak nasıl bir medeni duruş olabilir ki. Sindirme çabası tabi ki ve bunun da temelinde yumruk gibi duran bir gerçek var; korku.
O kadar ki devlet halkını korkutmak için insanları dövdüğü sopayı ortada bırakacak kadar da tehditkar ve vurdumduymaz. Dersim katliamında dersimi bombalayan Sabiha Gökçen’in adını İstanbul da bir havaalanına koymak başka nasıl açıklanabilir ki?
Türban taktığı için eğitim almak isteyen kızlarımıza nasılda hor bakıyoruz. Ne yazık. Sanki bu ülkenin bu coğrafyanın çocukları değilmiş gibi hem de. Okuma hakkını elinden almak gibi vatandaşına ve dolaylı yoldan devlet olarak kendisine bu kadar büyük bir cezayı vermesini ne sağlayabilir, anlayamıyorum. Asıl yanlış ve anlamadığımız nokta burada, insanlardan laik olmasını bekliyor olmamız galiba. Devlet laik olabilir ama ya insan. İnsan hayatındaki eylemlerinden dini ayırmak gibi bir zorunluluğu neden taşısın, taşımamalıdır da.
Ermeni halkının bize düşman olduğunu düşünmek nasıl bir gaflettir, bilemiyorum. Ermeni tohumu diye küfür eden insanların yaşadığı ülkeme nasıl kırılmayayım. Sen kırılsan ne olur diyen sesler kulağımda. Yaratılan bu atmosfer yüzünden 18 yaşında ki cahil çocukların, yazar insanları, düşünen bireyleri, babaları aileleri nasıl da acımadan öldürdüklerini anlayamıyorum. Devletin bu konudaki aymazlığı boş vermişliği, başımıza çorap gibi örülen Karadeniz halkının hassas olduğu masalı…
Bir topluma bir coğrafyaya yazılı ve görsel basının zorla ülke ve rejim savunuculuğunu teslim etmesi biraz devletin ellerini yıkaması gibi geliyor. Devletin taşeronluğunu yapan bu kör kurşunlar sanki benim bedenime saplanıyor. Hepimiz Ermeniyiz derken ki çocuksu kırılganlığı, öfkeyi anlayamayacak kadar faşizan bir tutum da neyin nesidir.  29 Mayıs 1993 de Solingen’de cayır cayır yanarken Türk vatandaşlarımız, “Hepimiz Türküz” diyen Almanların amacı da mı ülkeyi bölmekti. Saçma. Oysa orda “Hepimiz Türküz” diyenlerin o hassasiyeti var “Hepimiz Ermeniyiz” de de.
Hepiniz korkaksınız aslında, ve asıl siz el ele bölüyorsunuz bu ülkeyi. Siz sözde solcular, lafta demokratlar, baksan sanırsın vatanperverler...
Mavi Marmara adlı gemide hayatlarını kaybeden insanları utanmazsak provakatör olarak fişleyeceğiz. Başka bir halkın mücadelesi için kendi canlarından geçebilecek kadar cesur insanları eleştiren insanların birer korkak olması ne ironik. Bunu İslam fobisi dışında ne ile açıklayabiliriz.
Konuştukları dilleri tanımadığımız, kültürü ile dili ile toptan yok saymaya çalıştığımız Kürt halkı ile aynı coğrafyanın insanı değimliyiz peki. Ama bak şehirlere hep iyi arabalarla geziyorlar, hem ülke kurulsa bu gün kimse gitmez diyecek kadar yüzeysel yaklaşmak soruna, hatta ne sorunu diyecek sorumsuzluğa vurmak nasıl bir vicdandır. Sistematik olarak uygulanan politikaları bir sabah sırayla öldürülmeye başlanan kürt iş adamlarını yahut susturulan ve dışlanan kürt annelerini babalarını nasıl sığdıracağız içimize.
Ara sokaklara itilmiş hor görülmüş varoşları, banliyöleri belki de en renkli tarafımız olan Romenleri sanki üvey evlatmış gibi görmemize ne demeli peki. Onlarca faili meçhul gazeteci aydın cinayetleri, ya da hapislerde çürümüş yazarlar. Bunları korkudan sindirme politikasından başka neyle açıklayabiliriz ki. İşin kötü yanı bir de bunlara çanak tutanların kendilerini modern diye solcu diye tanımlamaları ne acıdır.
Türkiye büyük bir kaosa sürükleniyor, ve bu kaos tamamen insanlarımızın küstürülmesi ile başlatılıyor. Ve eğer ki insanları küstürmek istiyorsan da en büyük silahın korkudur illa ki. Korkarsan sana bulaşmasından kızarsın, kızarsan küsersin, küsersen de yok edersin. Biz korkmadan hiçbir şey yapamayan bir milletiz, sırf bundan dolayı sinirli Atatürk heykelleri ile doldurduk tüm vatanı. Sert bakıp bizi korkutursa çünkü, yapardık. Yapmıştık da. Ama aslında kendini Kemalist diye tanımlayan; baksan ulusalcı yer yer faşist ve istikrarlı statükocular yüzünden nasıl da karşı devrim tohumları atıldı ülkede. İnsanlar ister istemez insani bir refleks olarak nasıl da uzaklaştılar Atatürk’ten. Sonuç olarak öyle bir noktaya geldi ki bu; Kemalist dostlar artık ne zaman bir eleştri yapılsa kendilerine yapanı AKP lilikle damgalayarak çıkıyorlar içinden işin. Sorsanız bu modern ve entelektüel sınıf nasıl da eleştriye açıktır. Hadi lan oradan. Hepiniz statükocu hepiniz iğrenç önyargıları olan halktan uzak halkını hor gören marjinallersiniz. Yaşadığınız ülkenin rasyonel gerçeklerine sırt dönüp kafanızdaki sistemi oturtmak için bir milleti köklerinden ayırıp içi boş bir batı hayranlığı ile nasıl da şekillendirmek istiyorsunuz. Jakobensiniz işte kusura bakmayın. Sistemin işleyişini eleştirmek yerine sadece size ters gelen yerlerini değiştirmek amacında olan insanlarsınız. Öyle ki bu hırsınız gözünüzü kör etmiş artık. Hepiniz bir Fazıl Say hepiniz bir Süheyl Batumsunuz. Kişisel kompleksleriniz ve ucuz hesaplarınızla aslında nasıl da köklü ve birbirine bağlı olan bir halkı sindirip yerine batı çakması bir devlet kurma çabanız hep suratınız da patlayacak. Siz ne emekçi ne halkçısınız.
Pardon unuttum zaten solcu değil sosyal demokrattınız değil mi?

27 Şubat 2011 Pazar

Aşk erkeğin aklının tamamen devreden çıkmasıdır. Kalbinin ise kontrolden…

Aşık olmak ne meşakatli bir iş aslında.
Birisini olduğu gibi kabullenebilmek ne zor ne yorucu bir uğraş.
Ama başarırsan da ne güzel, ne müthiş…
Birisini sevince onu böyle olduğu gibi hatta sırf öyle olduğu için seviyorsun zaten. Gülünce kıvrılan dudakları, ağlayınca düğüm olan gözleri, susunca çıldırtan sessizliği…
Sanki iyi kötü her şey canını yaksa dahi sırf kendisi için özel olarak dizayn edilmiş gibi geliyor insana değil mi?
Sevgilinizin eski sevgilisinden öğrendiği şahane omlet tarifini uygulayışını aşk dolu gözlerle izlemek ne denli zorsa o denli değerli.
Ben izlemedim ama yumurta seviyor olsaydım; belki…
Sevginin içinde duran en hakikatli duygulardan biri de sitemdir.
Sevince alınır insan, sevdiklerine alınır insan.
Sitem ince bir duygudur aslında. Sanıldığı gibi büyük öfkelerle beslenen kıskançlıkla yoğrulan bir duygudan çok böyle nasıl desem hassasiyetlerle ilgilidir. Sevdiğiniz zaman birisini, sevdiğiniz kadın cinsel organınız gibi olur. Ve bilirsiniz ki kavgada en çok oranızı korumalısınızdır. Öyle özen gösterirsiniz öyle bozulmasın istersiniz ki; siz bozarsınız. Gözünüz gibi sakınırsınız ama bir çöp elbet gelir batar.

Bir de şöyle bir gerçek vardır ki gelip çoğu ilişkinin kalbine oturuverir.
Bir an gelir sevgilinizi mutlu edemediğinizi anlarsınız. Sevgiliniz sürekli mutsuzdur aslında.
Başka insanlara ihtiyaç duymaya başlar ama bu insan olmasından kaynaklanan ihtiyaçtan çok mutlu olma isteğinden kaynaklanan bir ihtiyaçtır. Sizle olmuyordur. Ondan dolayı sürekli başka insanlarla olan muhabbetlerinde hep karşısındakini ne kadar müthiş olduğunu söyler durur. Onun harikalığından dem vurur yerli yersiz. Karşısındakini bir çocuk gibi mutlu etmeye uğraşır ki konu sizseniz gerek yoktur. Sevişiyorsunuzdur ya zaten fazlasını istemeniz çok da mantıklı değildir. Siz zaten sevgilisinizdir. Ama sizin ihtiyacınız olan o ruhsal doygunluk biraz şımarıklık gibi gelir kadına. Başkasının yaptığı hiç özelliksiz espriler kahkahadan çıldırtır sevgilinizi, hatta konuşma sırasında sizin söylediğiniz bir şeyi bile sanki siz değil de diğer kişi söylemiş gibi anlar. Öyle ki sizden sıkılmıştır aslında. Başkalarına ihtiyaç duymaktadır. Etrafındaki insanların hep olması ve her kadında olan o sarsılmaz egosunu okşanması için var gücüyle savaşacaktır da. Asla vazgeçmez o iğrenç aslında kırıcı olan beğenilme duygusundan. Öyle ki etrafları hep onun için ölen adamlarla dolsun ister. Hatta dünyanın en mutlu kadını kesinlikle uğruna her gün birinin inihar ettiği kadındır kanımca. Neyse. Sizin başka bir zamanda söylediğiniz bir şeyi sert bir tepki ile savuştururken aynı şeyi bir başkası söylediğinde aynı sert tepkinin yerinde cılız amalar esmektedir bir de.. Sizin fikirlerinizi çok önemsiz görüp başkasının fikirlerinin müthişliğinden bahseder sürekli. Herkes özenilesi derecede mükemmeldir. Siz ise… dedik ya sevişiyorsunuzdur fazla şeye ne gerek vardır.

Bir süre sonra sevişmelerinizde bürokratik bir işlem gibi soğuklaşmaya başlar. Uyuduğunuz yataklar ayrılır ve konuşmalar neredeyse biter. Sorsanız her ilişki de olurdur bu. Hadi oradan


Ey dostlar hepimiz zaman zaman böyle bok ilişki dönemleri yaşarız ve burada önemli olan bunları normal görmekten geçer aslında.
Evet bunlar normaldir. Sıkılınan bir adam olmak canınızı acıtmasın tam tersine sizi kamçılasın ve sürekli mutlu eden bir adam olmak için çabalayın. Olmaz demeyin lan olur. Sürekli dip dipe vıcık vıcık canım cicim diyerek aşk yaşamayın.
Cool olun biraz bakın nasıl çözülüyor her şey.

Ama gel gör ki işte;
Aşk erkeğin aklının tamamen devreden çıkmasıdır.
Kalbinin ise kontrolden…

25 Şubat 2011 Cuma

İNCİR REÇELİ GÜZELDİR

Geçen hafta iki tane film izledim sinemada. Birincisi o herkesin izlediği; şahane bir örgüye sahip olduğu söylenen; Aşk Tesadüfleri sever; ikincisi ise izleyen herkesin karnına yumruk gibi oturduğuna inandığım İncir Reçeli.
İki filmi kıyaslamadan çok iki film ile aslında güç dengelerini elinde tutan kalantor ve entelektüel sınıfın bize dayatmak istediği düşünce ilgilendirdi beni.
Aşk tesadüfleri sever de şapşahane harika bir adam portresi çizmiş yönetmen,senarist
her kimse. Böyle nasıl da milenyuma uygun bir erkek ama gidin görün. Erkek dediğin oradaki Mehmet Günsur’dur işte. Daha doğrusu olmamızın istendiği erkek demek daha uygun. Sinirleri alınmış hatta yeri geldiğinde anlayıştan içinde eski sevgilinin de olduğu grup seksi bile haklı görecek sebepler bulabilecek; öyle mükemmel ama öyle de yavşak. Suratına oturttuğu gülümsemesi ile hep pozitif toplum içinde o denli sevgilisinin gururunu okşayan, hayatını entelektüel çabalara adamış bir adam.
Bir fotoğraf makinesi yahut bir gitar bazen aşkın yerini alabilir. Çünkü aşk milenyumda entelektüel sınıfın ve sindirimi kuvvetli adamların işidir.
Sevgilisini kırmak ya da sevgilisine kızmak mı, saçmalıyorsun genç adam. Orda durmalısın. Sırf sevgilisi üzülmesin diye ölümü iç cebinde taşıyacak kadar Yeşilçam fırlaması bir piçten bahsediyoruz.
Tabi ki bu sevgilinize hep bağırın demek değil lan bu heyecanlanmayın. Bazen tabi ki anlayışlı olmak gerekir ama…
 Gelin şu amayı biraz açalım

Sevgilisinin bilgisayarında eski aşklarına dair bir şeyler bulan insanlar vardır elbet. Eskiden girilmiş ve teknolojinin yüzünüze vurduğu facebook hesapları, mektuplar şiirler… Sevdiği ama böle çok sevdiği fotoğraflar falan filan… Deklanşöre basanın ne önemi vardır ki fotoğraftır o. Kızmanız hiç de medeni değildir. Kızmayın sakın böyle şeylere üzülün bol bol onda bir sorun yok ama kızmayın.
Üzülmek size insan olduğunuzu hatırlatır kızmak ise insanlıktan çıkmanıza sebep olur.
2011 yılında yaşanan aşkların olmazsa olmazı midedir çünkü.
Sindirebilme işini kotaramayanlar milenyumda aşk yaşamamalıdırlar. Çünkü
modernleşmenin ilk kuralı hazmın kuvvetli olmasıdır. Evet doğru söylüyorsunuz onun yeni adı anlayıştır.
            İşte fark biraz burada ortaya çıkıyor. Öyle bir erkek olmamız isteniyor ki bizden kadınlara uygulanan o sistematik yıkıcı baskıyı yıkmaktan çok pozitif bir ayrımcılık bu istenen. Hissetmeyen üzülmeyen aşık olmanın bizatihi sonucu hassasiyetlerini bırakmış gece hayatı terminolojisi ile large erkek…
            Tabi bazen görüyoruz hatta yaşıyoruz hepimiz. Eski sevgilisinin t- shirtünü veren bir sevgiliniz olmadı mı hiç. O kıyafetle evin içinde gezmediniz mi hatta o kıyafetle sevgilinizin yatağına girmediniz mi?
Ha bu arada evet o yatak ta da zaten başkaları ile sevişmişti değil mi?
Pardon.

Ne yapalım yattığı yatağı evi mi yakalım dediğinizi duyar gibiyim a dostlar. Asla. Yoksa cinsel organını da çarşaf ipi ile dikmek gerekir. Olur mu tabi ki olmaz. Unutmayın ilişki öyle bir şeydir ki; canlı bir şeydir o. Böyle etli kanlı hisli bir şey. Beslenmesi gerekir onun. Bir sürü farklı damardan beslenmelidir. Ve eğer bir sürü damardan beslenebiliyorsa bir iki damardan kaynaklı sorunlar çok sorun olmazlar. Tek bir damarı tıkalı olan insanlar kalp krizi geçirmiyor mu diyorsunuz demi.
O da risk işte; ne yaparsın. mukadderat
Ama dediğim gibi bir sürü konuda sorunsuz ve iyi bir ilişki yaşayabiliyorsanız tabi ki bazı sizi üzen şeyleri büyütmemeniz lazım. Olması gereken kesinlikle budur.
Hem haklısınız hepimiz öğrenciyiz şunun şurasında yatak yakmak ta ne.

Anlayışlı olmak bir ilişkiyi yolunda tutan en önemli hassasiyettir. Bununla hiçbir sorunum yok. Ama algımızda yaratılan sapma ile anlayışlı olmak eyleminin içini her şeye sıradan muamelesi yapmayı yani hafif dümbüklüğü de doldurmak istiyorlar. Ve çizilen bu çerçeve dışına çıkan herkesi geri kafalılık sende herkes gibisincilikle damgalıyorlar. Oysa biz öyle öğrenmemiştik aşkı. Aşk dedin mi böyle fedakarlıklar gelmişti aklımıza. Bir şeylerden sırf birini mutlu edebilmek için vazgeçmek gerekmez miydi?
Öyle daha güzel değimliydi aslında ?

Artık sorunları çözmek için yapılan her tartışmayı kavga ve gürültüden ibaret sayan kızlarımız var ama. Onlarda haklılar gözlerimize sokulan bir Mehmet Günsur var sonuçta. Demek ki öylesi de varmış aşkın diye böylesini hor gördüler, bizim gibi olanlara burun kıvırdılar. İşte bu asıl sorun. Canınızı yakan şeyleri söylemek artık can sıkıcı bir durum gibi gösteriliyor. Mehmet Günsur olmamız isteniyor bizden. Hiçbir şeye üzülmeyen safi aşık adam. Yalan söylense vardır bir bildiği diyen, aldatılsa sonuçta o da insan onun da ihtiyaçları var diye kendini yatıştıran, kıskanma hissini duysa saçmalama oğlum geri kafalımısın sen diye öfkesini frenleyen… böyle olmazsak da daha olmamış muamelesi görüyoruz. ham ergen kişliği henüz oturmamış, fikirlerimiz daha çok değişecek ve bir gün olucaz… hassiktirin ulan.

O kadar çok alternatifimiz var ki çünkü. Sarışını esmeri kaslısı uzunu kısası…
Senden önce gördüğü zilyon tanesi var bir kere kafasında seninle kıyasladığı. Arkadaşlarının sevgilileri, erkek dostları… sürekli seni bir kıyas halindeler ve ondan dolayı ufacık bir hatan hemen diğer alternatife yönlenmelerine vesile olabilir. sonuçta unutma ki pussy choose demiş gavurlar. Ya da ben salladım kim bilir.
Bir tarafta da böyle çok acılı tutkulu seven bir adamın oynadığı İncir Reçeli var. Biraz parasız biraz başarısız Mehmet Günsur’ a göre çok çirkin, ve fazla alkolik. Muhtemelen dişleri de kendisinin.
Ama o da aşık işte hem de bana sorarsan ne aşk, seni bilmem.
Kızdığı zaman deprem gibi yıkan güldüğü zaman nehir gibi akan bir abimiz… kendini yiyip biterecek kadar aşık olmasına rağmen kıskançlık ve aşkı öyle bir gözlerini kör ediyor ki affedilmeyecek bir hata yapıyor. Kırıyor yıkıyor öldürüyor hatta. İnsan olmasından mütevekkil hata yapıyor. Hata bu adı üstünde. Duygularının esiri olup da hata yapan bir adam hiç bir bok duygusu olmayıp ta işin tırnak içinde şov kısmında olan pürüzsüz abimizden daha çok hak ediyor saygıyı. Bizi kışkırtan ne olursa olsun her zaman temkinli centilmen ve hazmı geniş adam olmalıyız biz. Bizden tam olarak istenen de bu içi boşaltımlı şekillendirilmiş yeni model erkek olmamız. Böylece kadınlar daha mutlu olacak. Hem biliyo rmusunuz aslında o en kolayı.
Bu sebeple İncir Reçeli elli küsür salonda varken aşk tesadüfleri sever hemen hemen her yerde.
Ey dostlar toplanıp incir reçeline gidelim hep beraber. Ve erkek olduğumuzu hatırlayalım. Öyle yavşak olmayacağımızı anlatalım insanlara. Her şeye şekil vermeye çalışan aç gözlü kalantor abi ablaların suratlarına tükürelim. Hep beraber hassiktir diyelim onlara. Hadi çıkaralım üstümüzdeki eski sevgiliye ait olan kıyafetleri, toplanalım sonra.
Aşkı sizden mi öğrenecez lan götler diyelim.

Hem sevgilimin de dediği gibi; incir reçeli güzeldir.

22 Şubat 2011 Salı

Sevgilime ve Allah'a sakladığım itiraflarım var. Bir avuç.

Allah'ım lütfen kızma.
Önce dinle bir...

sokaklarda siyah giyen adamlar geziniyor
poşetlerinin içinde litrelerce kan taşıyan müminler var
ah sevgilim bu müslümanlar kanı nasıl da çok seviyor
oysa kanla abdest almak orucu bozar
çok sevdiğim bir şeyhten öğrenmiştim bunu
en son duyduğuma göre dipsiz bir kuyuya düşmüş
ya yusuf
ağırmış durumu

camiler de yer yok sevgilim
oysa kalabalık yerler Allah'ı sevmek için
hiç de uygun değil.
savaşlarda ölen çocuklar var hala
bir parça ekmek için başkalarının altına yatan anneler
yıl ise milattan sonra iki bin on bir
ve hala halk için önemli bir simgeyken minareler
demek sadece olman Allah'ım
hiçbirşeye çözüm değil

ikimize bir yağmur yeter sevgilim
üzülme bir güneş yeter
bazen eksik hissettiklerin
bir bakarsın ki fazlalıkmış aslında
kurtul yüklerinden acın
anında geçer.
kanayan yaralarını iyi etme çaban ne kadar gururlu da olsa
siktir et
her şey zaten yeterince beter.


aslında ne planlarım var dünyayı kaosa sürükleyecek
ama kimseye
anlatamam
bir kaç cümle var göz bebeklerime sakladığım
sevgilim sadece sen
anla tamam


onu işte bu kadar seviyorum allahım
verdiklerinin hepsine sırtımı dönecek kadar
seni unutup
sadece onun yolunda ölecek kadar
ama acıdır ki
onun mutlu olması için benden çok
sana ihtiyacı var


Allah'ım kendim için bir şey istemiyorum gerçekten
etimin içine batan her acı senden yadigar
pürdikkat izlediğim ölümler haberlerde
ağlayan çocuklar
bir şehrin düşüşü ve yıkılan binalar
her türlü neşe senin sebebinle
onu da biliyorum
senin kulağına fısıldadığım herşeyi Allah'ım
sadece sevgilim için diliyorum

Allah'ım herkes birbirine seni soruyor
bize şah damarımızdan yakınsın
farkındayız
isterse dünya başımıza yıkılsın
arkandayız
ama bir bak ümmetinin üstü başı kir pas
her yanı kan her yanı yara
aksattığımız namazlar yüzünden bize kızacağına Allah'ım
ne olursun suçu biraz da kendinde ara

20 Şubat 2011 Pazar

modern bir leyla mecnun uyarlaması.

bir sandalye tam da odanın ortasında duruyor.
üstünde bir kız çocuğu; gece gibi zifir saçları düşmüş kar beyazı omuz başlarına.
üstünde kırmızı beyaz ekoseli bir gömlek.
altında ise beyaz teninde kocaman bir yara gibi duran siyah külodu.
ağzına titreyen elleri ile götürdüğü sigarasının beyaz mı beyaz zıvanası kırmızı ruja bulanmış.
sanki üstü başı kana bulanmış.
bir ceset gibi duruyor.
dünya kadar açmış gözlerini o kadar açmış ki göz bebeği salonun ortasında duruyor dersin.
kürdan gibi incecik parmak uçlarının dışında dudakları da titriyor.
bir nefes çekiyor ki sigaradan bu kadar olur.
sol elinde tuttuğu gölgenin, gümüş işlemeli bir revolver olduğunu ancak şimdi anlıyorum.
sigarasından son bir duman daha alıp üflüyor suratıma.
öksürüyorum.

-duman rahatsız mı etti.
-biraz
-camı açalım isterse beyimize.
-gerek yok onun yerine ellerimi çöz ve bir sigara da bana ver.

çözmüyor ellerimi ama ağzıma bir sigara iliştiriyor. gömlek cebinden çıkardığı kibriti öyle bir çakıyor ki bir an gaflete düşüp bağırıyorum.

-yere yat sevgilim. kurşunlar yağıyor üstümüze.

gülüyor. kibriti söndürüyor. ve sigaram bitene kadar her 7 saniyede bir yardım ediyor bana.
sigaram bitiyor öksürüğüm kesiliyor.

-neden çözmüyorsun ellerimi.
- ortada bir silah varken senin ellerini çözmek mi. hah güleyim bari. sen çıldırmış olmalısın.

tam bir kaltak gibi gülmüştü. karanlığı ve onun kahkahasından sonra bir süre devam eden sessizliği bir öksürük bozmuştu. bu sefer ben değildim. her geçen saniye artan bir öksürük... arkamdan geliyordu. öksürük seslerine adım sesleri karışıyordu. bu oda neyin nesiydi böyle. karanlıktı tamam da içinde benden başka kaç kişi daha vardı. neden sonra esmer yeşil gözlü ve muhtemelen süper kaslı bir adam belirdi önümde. eğildi öptü sevgilimi.

-sevgilimin elinde bir silah üstünde ise hiç tanımadığım adamın birisinin gömleği. ve hale bakılırsa da benim yanımda sevişmişler. lanet olsun ki sevgilim özür dileyeceğine suratıma doğru tuttuğu revolverle boşluğa bir yazı yazıyor. biri bana çabucak burada neler olduğunu anlatabilir mi?
- fuck you.
-ne dedin.
-bir yazı değil fuck you yazıyorum namlunun ucuyla.
-öyle mi şahaneymiş. ne demek peki.
-siktir demek.

Dan.

bir el silah sesi karanlığı yırttığı şiddetle sağ diz kapağımı çevreleyen kaslarımı da yırtmıştı. bir kurşun damarlarımda ralli yapan biri gibi hızla yol alıyordu. bir saniyeden kısa süren bu acı tüm beyin hücrelerimi kör etmeye yetmişti.

- ahhh. ne yapıyorsun sen.
- intikamımı alıyorum.
- ne yaptım ben sana.

gerçekten ne yaptığımı bilmiyordum. onu hep sevmiştim. eroin bağımlısı biri iken sırf onun aşkı beni doğru yola sokmuştu. o boktan beyaz şey yerine peynir beyazı sevgilimi şırıngalamıştım içime. üstüm başım o olmuştu. onun için kavga etmiş düzelmiştim.
en azından çabalıyordum.
en azından yaşamayı hakediyordum
fakat o mutsuzdu genelde, tatminsizdi konu ben olunca. yaptığım hiç bir şey ona yetmiyordu farkındaydım ama inanın çok çabalıyordum. dün gece sevişirken hatta kulağına fısıldamıştım onu ne kadar sevdiğimi. ilk defa, 29 yaşımda olmama rağmen ilk defa birine ben sana aşığım demiştim.
nasıl önemliydi benim için oysa.
29 yıldır kimsenin çözemediği kör düğümü diliyle nasıl da açmıştı. kasıklarımda gezinen memelerimi öpen dili ile hem de.

- ne yaptım ben sana. neden bunlar. neden?
- yaşama umudumu elimden aldın sen benim.
- ne saçmalıyorsun.

ne yaptığını bilmiyorsun tabi.
neden dün siki 13 santim olan bir erkeğin egosunu ağzıma aldığım hakkın da bir fikrin yok. ama siz erkekler her şeyi bilirsiniz,pardon. bamya kadar siki olmasına rağmen bir de çok erkekmiş gibi sert hareketlerle beni sikmeye çalışan şu iri kıyım yavşağa bak bir.
sevgilim biliyorum aslında dizindeki kurşun bu piçin şakağına daha çok yakışır.
ama unutma aslında bu benimki bir sevgi gösterisi ve o bunu hak etmiyor.
ben bütün gece onun doğmamış çocukları ile beslendim. neden peki sırf senin gibi bir orospu çocuğu hayatımı sikti diye.
hayat amı olana kolay demi. siktirin
8 yaşında iken beni köşeye sıkıştıran üvey babamın o leş gibi rakı kokan nefesi inan hiç de kolay atlatılacak bir yara değildi.
ya bana yalan söylediğimi bağıran annem. bilir misin nasıl da esaslı bir acıydı.
sonra sen geldin. arayı anlatmıyorum bile bir sürü yangın söndürdüm içimde. benim başkalarının yangınlarını.
çok seviştim. alkolle bir dargın bir barışıktım.
tabi ki her orospu gibi sevgilim alkole her küstüğüm de kendimi metresim uyuşturucunun kollarına attım.
unutma her kadının erkekleri vardır.
ama işte dedim ya sen geldin. ben sana köpek gibi aşık oldum ve tek amacım senin de bana aşık olmandı. uyumadım yemedim içmedim sevdim seni. ama nasıl sevdim bir görsen.
içimde sürü halinde gezinen sırtlanlar vardı etrafa saldırdılar hep.
öle garip sevdim.

- sevgilim. özür dilerim ama bana aşık olduğunu söylediğin an anladım. artık yaşamak için ikimizin de bir sebebi yok.

Dan. Dan. Dan

allahım neredeyim ben.
sakin olmalıyım ama nasıl. taksimde bir evin bir odasındayım. sağımda dün seviştiğim kadının cansız bedeni önüme ise aynı kadının kendi kafasına sıkmadan önce kalbine iki el ateş ettiği adamın cansız tavrı. kime neyi nasıl açıklayacağım.
boğazına kadar spermlerime batmış bir ölü kadın ve onun ölü sevgilisi.
üstünde benim gömleğim üstümde onun parfümü.
burası da muhtemelen onların evleri.
nereden bilebilirdim bu sabah alışveriş merkezinde tanıştığım kadının piskopatın allahı olduğunu. tam babama çiçek almış yanına giderken tanışmıştık. beni kahve içmeye çağırmıştı onuncu saniyemizde.
oysa ne güzel geçmişti. süper anlaşmıştık. 4 kez harika sevişmiştik o kadar iyiydi ki tüm spermleri mi yutmuştu. çok iyiydim. her konuda bu müthiş kızı mutlu etmiştim.sonra su istedim içtim ve ....
öyle bir uyumuşum ki gözlerimi bu oda da açtım.

ne yapmalıyım Allah’ım bilmiyorum.

dırttt. Dırtttt.dırttt. bir telefon böyle inatla çalabilirdi.

-efendim
-
-kusura bakma abla işim çıktı gidemedim babamın yanına.
-
- ne. ciddi olamazsın.

babam ölmüştü.
şaka gibiydi. bu gün yanına gidecektim ve bir kadın için haber bile vermeden ekmiştim onu. sanki bunu kullanmak istiyordu piç. bilerek sırf daha çok acı çekeyim diye ölmüştü. oysa aldığım çiçekleri babamla annemin mezarına koyacaktık. Evet bu gün annemin ölüm yıldönümüydü. Geçen yıl bu gün en sevdiğim insan ölmüştü. Bu yıl bu gün de en sevdiğim diğer insan öldü.
bu gün sevdiğim tanıdığım seviştiğim herkes ölmüştü. eğildim silahı aldım kızın elinden sahi adını bile bilmiyordum. Ama silahını öyle sıkı tutuyordu ki kesinlikle İstanbul doğumlu değil dedim. Aldım silahını, ortalarında birikmiş kan gölüne bağdaş kurdum. Alnıma dayadım silahı.
annemle babama güveniyordum
bu gün ölmek için çok uygun bir gündü.

Dan.

mersin her mersinli gibi benim de kaderim. lanetim.

6 mart 1987 de doğdum ben. hemde mersinin tam ortasında.
küçücük bir bebek gözlerini ilk otogar yakınlarında konuşlandırılmış bir hastane de açmış. öyle dediler.
günlerden cuma, saatler 20:45...
o gün o dakika da ne kadar çok kişi öpüşüyordu ve yahut ağlıyordu. kim bilr.
ben kimin ruhunu alıp da geldim acaba dünyaya. tam o anda kim kapadı gözlerini bilmiyorum.
ama o gün bu gündür mersin benim için bambaşka bir kavga oldu.

Bu şehir de anne dedim ilk defa. ki annem yanımda bile değildi. babam da keza.
cumhuriyet mahallesi petrol apartmanının o zamanlar dünya kadar büyük gelen avlusunda Duygu'yu sıkıştırarak başladı ilk cinsel deneyimlerim. halbuki avlu çok küçükmüş ve duygu çok çirkin. Şimdi anlıyorum.
İpek'i öptüğüm için başımın nasıl belaya girdiğini ben bile hatırlamak istemiyorum.
Allah'ım ne zor günlermiş.

Ufacıktım hatırlıyorum yaklaşık 2 halı saha büyüklüğündeki balkonumuzda top oynar bisiklet sürerdik. Antep li ersin, şırnaklı Burak, nereli olduğunu hiç hatırlamadığım vahdet, maraş'lı ufuk.

ufuk nasıl kepçeydi görmeliydiniz. sırf sergene benzeyen kulaklarından dolayı bir sorumluluğu vardı ve mahalle takımının 10 numarasıydı.
maraşlıydı ya ağzından hiç düşürmediği çerezi de tarhanasıydı tabi ki.zavallı ufuk hep bir şeylerin sorumluluğunda kalmış, kepçe ve maraşlı olmak alınyazısıymış meğerse. biraz büyüktü yaş olarak benden ama tarhanası ve kepçe kulakları ile nasıl bir kahramandı gözümde.
bel kıran çalımları ile süründüren sol ayağı ile bir de...

vahdet ise yaşına göre çok ekmek arası yumurta yiyen bir çocuktu ondan hocasının verdiği siyah kuşağı nasıl da şevkle gösteriyordu bana piç.
anlıyordum. topunu vermezsen döverim demekti bu.

ersin ise kolu kırılana kadar en can arkadaşımdı. kolu kırılınca bıraktım onu. ayağı yarış sırasında kırılan at gibiydi gözümde. hipodromda sıkmıştım kafasına.
 çünkü 7 yaşındayken bir mahalle çetesinin reisi iseniz kolu olmayan bir çocuğa planlarınızda yer yoktur.

sonra ilk bu şehirde kavga ettim dayak attım dayak yedim. çok kezler eve geldiğimde annem olga yeter ne kavgacı çocuk oldun sen dedi. yumruk sallamayı bana yakıştıramıyordu. zaten insanlar da yakıştıramıyorlardı ve ondan hep üstüme geliyorlardı. ben ise korkak ruhuma inat kavgayı hep sevmişimdir. korkmuşumdur ama sevmişimdir. naparsın aşk işte.

sonra ilk nasıl 31 çektiğimi hatırlıyorum. genelde banyoda yapılanların aksine hani bu bilinçli 31 kastım. halle berry nin orta okulda izlediğim o muhteşem oscarlı filmi.  kesişen yollar mı sikişen adamlar mı neydi. o filmde ki o sevişme sahnesiydi. avucuma biraz tükürük bıraktım ve sonra...

annem sabah olga bu bilgisayara ne döktün sen diyordu.
 lanet gitsin nasıl mutluydum. meğerse hayat boşalınca başlıyormuş.anlamıştım

ilk sevişmemi anlatamam. odamda karşımda duran atatürk posteri nasıl da bana bakıyordu. ne yapayım atam dedim sikmeyeyim de besleyeyim mi. yaşım biraz fazla küçüktü o deneyim için ve bir süre hayatımı kötü etkilemişti. ta ki ilk güzel seksime kadar.

sonra aşk..
nasıl da yakmıştı canımı bu şehir o vakitler. deniz tuzu, limon çiçeği kokusu, portakal ağaçları, deniz bir kulaç ötende her daim... böyle bir yerde aşk yaşamak ta ne başkaydı.

sonra dostlar falan...
kardeşlerim oldu cebimizdekini hesap etmeden bölüştüğümüz. ege var mesela hala yan odamda uyuyor. ya da ali nasıl da esmer bakar bir görseniz, civa gibi çocuk. esaf var sonra o da köşesi kalbimin nasıl severim. var oğlu var daha işte...

velhasılı mersin hep sevgilim olarak kalıcak bu sebeplerle.
ve ben hiç mersin görmemiş bir insana hiç bir zaman aşık olamıyacağım.
bunu anladım.

mersin her mersinli gibi benim de kaderim. lanetim.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Ne dersin hayatının sonuna kadar yatağa üç kişi gire bilir misin?

Göğsünün içinde koşuşturup duran evcilleşmemiş hayvanların boynuna bir bir kement atmak lazım gelir bazen. İnsanoğlunun o ham serseriliği, o işlenmemiş öfkesi nasıl da güçlü bir tokattır yüzlerimizde patlayan. Ben öğrendiklerimi unutmaya çabalıyorum yirmi dört yıldır siktiğimin her günü. Ne zaman unutuyorum bir şeyleri, hafif bir şekilde aralıyorum işte o an mutluluğun kapısını. Ama ne vakit aklıma zuhur eder eski bir hikaye, nasıl çirkinleşirim anlatamam.
İnsanın aslında her şeyi yapabilecek güce sahip olup da hiçbir şeyi değiştiremeyecek kadar kudretsiz olduğunu bilmesi…
İşte budur ne vakit allah ile ilgili bir şey yazacak olsam küçük harfle başlamamın sebebi. Bilir misin o duyguyu, hani çok fazla şey yapmak isteyip de kocaman bir hiçin altında ezilmek duygusu. O hep durur bir yerlerde.
Yer sofrasına oturmuş yedi yaşındaki Zilan gibi durur hemde.
Rasyoneldir sabitliği, ama hissettirdikleri can yakar.
Her şey kötü gitmeye görsün, unutma en büyük savaşlar bile bir el silah sesi ile başlar.
Çünkü ucu bucağı yoktur boşluğun bir kere düşmeye başladın mı tek yapabileceğin o çakılma anını beklemektir.
Gümmm. Hatırladın mı bilim adamları big bang derler buna.

Kör kuyulardır sonu olmayan bilirim, sor Yusuf’a anlatsın sana. Korkunç bir sabır gerektirir ölümü beklemek.
Göz kapaklarına nakış gibi işlemek isterim dünyayı. Benim için dünya altı milyar insanın yaşadığı kocaman bir toprak parçasından fazlasıdır çünkü. Gözlerinin değdiği yerlerle sınırlıdır aklımın alıp alabileceği en büyük harita. Belki küçüktür gerçeğinin yanında ama alev gibi yanar.
 Nasıl da güzelsin öyle sen? 
Terleyen avuç içlerini öpmenin verdiği huzuru anlaman için annemin memelerine yumulmalıydın ilk doğduğun anda. 
Öyle güzelsin işte.

Mutlu olmak için kime ihtiyaç duyuyorsan ilk olarak onu siktir et hayatından. Çünkü asıl onun varlığı seni mutsuz yapan. 
Eroini bırakmadan asla yeni bir hayat başlayamazsın unutma.
Senin tüm çabaların aslında boşa çırpınıştan ibarettir. Hem kalbinde sıkışır olur olmaz anlarda.  Sol tarafın komple felaket. Eski bir hikayesini anlatır, nasıl yanar canın. Ama aslında daha çok acıtan canını sen varken hatırlamasıdır eski hikayesini. Unutmamasıdır. Hala o hikayenin bir yerinde olmasıdır. Hikayenin diğer kahramanını özlüyor olmasıdır. Özlemini gidermek için hatta hala konuşuyor olmasıdır.
Keşke bunların hiç biri olmasındır.
Ama olmuştur ve olacaktır. Olmayacaktır diyen yalan söyler. Sen hep bir ikinci olacaksındır. Sana bakarken bazen aklına onun gözleri düşecektir. Telefonların açılmayacaktır. An gelecek senden nefret edecektir. Bir hareketinden dolayı kesin yargılara varacaktır. Hayır diyeceksindir yok diyeceksindir ne fayda. Çünkü sen değilsindir aslında cezalandırılan. Sen o hareketinle birini hatırlatmışsındır.
Kötü ayrıldığı aşkına benzetmiştir seni kızar.
Hala özel olan aşkı gelmiştir aklına ya da. O yapmazdır senin yaptığını yine kızar.
Sen düşünürsün bu kadar büyütülecek bir şey değildir bu diye ama aslında öyledir ona göre ve bu büyütülen konudaki en küçük şey sensindir.
Ve "O" her zaman ona iyi gelen senin açtığın yaraları da saracaktır. 
Sen gelip geçicisindir "O" ise hep vardır.
Ne dersin hayatının sonuna kadar yatağa üç kişi gire bilir misin?


18 Şubat 2011 Cuma

ulaş bardakçı hala 25 yaşında ve üvez sokakta sigara içiyor

         Bir hikaye anlatmıştı babam bana. Küçücüktüm. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının serbest bırakılması için bir grup THKP-C üyesi İsrail Baş Konsolsu Ephraim Elrom'u kaçırmış zamanında.
Tarihler 1970’lermiş.
Zaman kötüymüş.
Halk öfkeliymiş...

İstedikleri yapılmadığı için öldürmüşler Ephraim Elrom'u. İçlerinden biri basmış tetiğe. o içlerinden biri tetiğe basarken Mahir Çayan dışarıya ses çok gitmesin diye piyano çalıyorlarmış derler. Çok sevdiği öldüğünde cebinden fotoğrafı çıkan slyvia vartan’ dan bir şeyler çalıyormuş. Emin olmasa da bu konuda müthiş kuşkuları varmış babamın.
bilmem doğru mudur.
umurumda da değildir.
bu hikaye böyle güzeldir.

Başka bir hikaye daha vardır. üvez sokakta geçer. Lale isimli kadının evinde.
tarih hala 1970 ler.
zaman hala kötü.
halk hala öfkeli.
Polis baskını sonucu evi aranan Lale, tek olduğunu söyler ama yatak odasındaki ceket ele verir evde bir erkek olduğunu. polis bu ya solcu öldürmek için can attığından davranır silahına.
yatak odasının dolabı açılır. içinden bir adam çıkar görsen gözleri nasıl da ihtilal kırmızısı.
            Mahir Çayan piyano çalarken tetiğe basan ellerin aynısı bu eller. 
            ve ne kaderdir yine tetikte.
            silahının namlusunu öyle bir inançla tutmuş ki devlete kurşun sıkan bir teröristten çok fazlası.
            görene tabi ama,
            anlayana.
            
            asılmış tetiğe ne de olsa alışkın. önceden de sıkmışlığı var önceden de öldürmüşlüğü, ölmüşlüğü.
            cesedi bir dal gibi süzülmüş yere görmedim ben görenler anlatıyor.
             yıl 1972 imiş tam olarak. günlerden 19 şubat. tam 39 yıl önceymiş. öldüğünde 25 yaşındaymış.
             yıl 2011. günlerden 19 şubat. hala 25 yaşında, hala inançlı. baba olamadı belki ama bir sürü genç kızın erkeğin isim babası oldu.

           onurlu yoldaş, tanımadan çok sevdiğim abim, amcam, dostum her neyimse.
           hoşçakal.
           adı mı?
           adı.
           Ulaş Bardakçıydı.

17 Şubat 2011 Perşembe

ah sanırsın içimde terk edilmiş bir otopark taşıyorum.



Zamanın iki yakasını paslı iğne ile dikmeye çalışan kör bir overlokçu kadın gibi,
Her attığını boşa çeken bir yaşlı balıkçı gibi,
Senin gibi,
Herkes gibi,
Benimde hala umudum var.

Nasılsın diye soruyorlar.
Bir platin on bir vida ve birkaç dil altı hapıyla
Yaşamaya çalışıyorum diyorum.
…Sen ve benden başka kimse      anlamı-yor
Onlar için biliyorum ki hiçbir      anlamı-yok


Doğru belki yorgunum ama en azından durgun değilim.
İçimde bana bile sığmayan bir şeyler var aktıkça akan coştukça coşan…
Beni mutlu eden ne varsa hepsi seninle ilgili sevgilim.
           Ne manidar.
Ama yorgunluğumun şiddeti bazen öyle ayarını kaçırıyor ki;
ah sanırsın içimde terk edilmiş bir otopark taşıyorum.
Ve üstüme yağıyor kar.
Ama şu da bir gerçek ki bir kadın hayatı boyunca bir kişiyi bekler
Biliyorum.
Bu sebeple kalmak istemesen de, gidememek kaderin olur 
Öyle bir an gelir ki.
Çünkü o bir kere beklenen kesin beklenmiştir.
Aşk bir kere yaşanmıştır. Sadece bir kere iliklerine kadar boşalır kadın.
Ve boşalmıştır.
Bu böyle bilinedir.
Sevgiyle
İdare
Ediledir.

            Dudaklarıyla verdiği sözü gözleriyle bozan kadın sonun olacaktır.
Bil bunu.
Ve ona göre inanıp inanmamayı seç.
Biliyorum hep inanacaksın.
Bırak bu inanmayacağım numaralarını.
Bunları çabucak geç.

Acılarımın şımarıklıktan olduğunu söyleyenler oluyor. Ne sarsıcı.
Genelde sevdiğim kadınlarla başkaları sevişiyordu eskiden.
Sonra değişti her şey ama…
Eskiden kimi sevsem arkadaşlarımla sevişiyordu yine de.
Eski ve sevişmek içimde nasıl bir yara.
Bak nasılda rasyonel bir acı.
Arkadaşlarıma sorsanız anlatırlar kokularını ben hiç bilmedim oysa ki.
Burada kokularından bahsettiklerim sevdiğim kadınlardır.
Görseniz nasılda kalbim fütursuz ve ayarsızdı.
Nasıl gözbebeklerimde yeni eve çıkan üniversiteli heyecanı bağdaş kurmuştu.
Nasıl da seviyordum.
Nasıl da.
Nasıl
Asıl.

            Beraber bir vapura binelim kız kulesine gelince atlamak şartıyla
            Hem atlamadan biraz muhabbet ederiz
Koyu gri bir martıyla.


Ama bir de şu var ki sevmek; ne hiçbir şeyi meşru kılıyor
Ne de bu garip kulun Allah’ım, düzenli namaz kılıyor.

           Olsun ama hala birisini sevmek bir şeyleri anlamlı kılıyor

16 Şubat 2011 Çarşamba

KIRMIZININ İÇİNDEKİ ESMER YÜZLER..

Tahrir’ de bir tarih baştan yazıldı. Başını Tahrir’li gençlerin çektiği dünyanın en büyük halayı nasılda kutluyor zaferini dizlerini yere vura vura. İzledikçe olanları insanın kamu malına zarar veresi geliyor. Ne sarsıcı. Lüks semtlerin modern meyhanelerinde devrim yoluyla ülkelerini kurtarmak isteyen güruhun suratında tokat gibi patladı Mısır. Hem de öyle romantik bir yüzü olmadan, öne çıkan bir lideri olmadan bir bütün olarak, Mısır halkı olarak yaptılar bunu. Ne bir Emiliano Zapataları vardı ne bir Deniz Gezmişleri ne bir Fıdel Castro’ları. Devrimin; iki kadeh şarap ve kalem tutan ellerin tekelinde olmadığını bir kez daha anlattı Tahrir’li gençler. Atılan sloganlarla, sıkılan yumruklarla ama her geçen saniye şiddetle büyüyen umutlarla anlattılar hem de. Zaten devrim olsun, direniş olsun esmer çocuklara hep daha fazla yakışmamış mıdır? Özgürlüğün rengi olmaz demeyin sakın, bakın siz de göreceksiniz.

Özgürlük kırmızının içindeki esmer yüzlerde saklıdır.

Sokağa inmeden, taş atmadan, gerektiğinde tüm dünyayı tek başına göğüslemeden kimsenin hakkını alamayacağını bir kez daha gördük. Ne güzedir ki yavaş yavaş insanlarda bitmeye başlayan devrim ateşi bir kez daha yandı. Devrimi sol jargonun ortasına yerleştirmeye çalışan kesimlerin nasıl da yüzleri kızardı görmediniz mi? İçten içe İslam yanlısı insanların yaptığı devrim olamaz diye bağırdılar aslında, duyan için. Adını koyamadılar. Aslında dediler; bu aslında bir darbe. Hadi oradan. Son tahlilde sakallı ve dini bütün insanlar yapınca bunu nasıl da düğümlendi dilleri. Gözlerine ışık tutulmuş keklik gibi kaldılar, hareketsiz, amaçsız. Aslında nasıl da tüm dünyanın tüm halkların sahiplenmesi gereken bir şeydi o meydanda olanlar. Tahrirde kızdı halk, sokaklara döküldüler 30 yıldır süren diktatörlüğe dur dediler. Mubarek’ in mutlakiyetinin yerini halkın memnuniyeti aldı sayelerinde. Henüz demokratik sürecini tamamlamamış, devrim bilinci tam oturmamış, ki biraz da bilerek oturtulmamış bir ülkenin onurlu mücadelesini görmemezlikten gelip işi ordu menşeili olmasına bağlamak biraz da art niyet gibi geliyor bana. Ne yazık. Eğer olduğunuz mevkiyi korumak ve hatta daha da vazgeçilmez olmak istiyorsanız etrafınızdakileri kendinizden başka çıkarı olmayan insanlara çevireceksiniz; tıpkı Mübarek’in 30 yıldır yaptığı gibi. Yerine kimseyi hazırlamadan, hatta büyük bir rahatlıkla bir yardımcı bile atamadan kendisine… Ta ki 10 gün önceye kadar. Son anda bir şeyleri kurtarmak adına yaptığı göstermelik blöfleri de yemedi kimse. Ne gururlu, ne özendirici. Olanlar o kadar rahatsız etti ki birilerini şimdi kuyruklarını kıstırıp kaçmak yerine “peki ne olacak bundan sonra” ya getirdiler konuyu. Oysa Mısır halkı şunu gösterdi ki ne olacak bilmiyoruz ama ne olursa olsun olan o halkın istediği olacak. En azından bir daha istemediklerinin olmasına izin vermeyecekler. Bir kere kazanan insan bir daha asla oynamaktan korkmaz. Böyledir bu. Mısır halkı -ki sayelerinde diğer tüm halklar da artık yapabileceklerini gördü. Amerika’nın tutunacağı tutum şöyle önemli, İsrail bu süreci şöyle etkiler, Ortadoğu şöyle yapar, Türkiye şöyle der… Bunların artık bir öneminin kalmadığını görmemek nasıl bir art niyettir. Gözlüye gizli yok diye bir öğreti vardır Alevi yolunda. Öyledir de gözlüye gizli olmaz. Mısır halkı son yılların belki de en onurlu mücadelesine girip alnının akıyla çıktı buradan.
O meydan da ki kalabalığı görünce aklıma tek bir şey geldi. Martın Luther Kıngı’ın o müthiş konuşması; I have a dream…
Orda ki aslında içten içe hor bakılan Müslüman suretlerin yüzünde ben bunu gördüm. Hepsi tek bir ağızdan bağırıyorlardı , bizim bir rüyamız var. Ve bu dakikadan sonra tüm halklar el ele verip o rüyayı paylaşmalıyız. İnsan olmak bizatihi bunu gerektirir. Düşünsenize tüm devrimci örgütler toplanıp bir örgütlenmeye gitseler ve merkezlerini de Tahrir yapsalar. Çok güzel olmaz mı? Mısır halkının nasıl facebook, twiter gibi sosyal ağlarla genişlemiş çok gelişen dünyaya ayak uyduracağını irdelemek gafletine düşüp aslında devrimin üstünü kapatmaya çalışanlar nasıl da korktular böyle. Korkmalılar da ama; haklılar. Çünkü devletin bize unutturmaya çalıştığını Tahrir gençleri hatırlattı bize. Aslında bu devrimi hala şüphe ile sorgulayanların sormak istedikleri ; bunlar devrim yaptılar ama kendileri de gerici İslamcı, geri kalmış bir toplum değiller mi? Değillermiş işte cesur ve ilerici olduklarını nasılda vurdular suratlarımıza.
Televizyonun başında çayımı yudumlarken gördüklerim bir tohum bıraktı içime, içimize tam ortamıza hatta. Tüm dünyanın tam ortasına. Her şeyin insan için olduğunu gösterdiler bize. Rejimlerin siyasetin ülkelerin bayrakların… içinde insan yaşamıyormuş gibi oynanan oyuna bir çelme taktılar. Ne afili bir çelme hem de. Mısır ilk kurşunu sıktı, ve biz inanıyoruz ki o kurşun karanlığı yırttı. Hoş geldin güneş tekrardan; hoş geldin dünyaya. İnsan olma gururunu belki de hayatımda ilk defa bana yaşatan tahrirli devrimci dostlarıma kucak dolusu sevgilerle, var olun.

13 Şubat 2011 Pazar

Dünyası küçük insanların acıları büyüktür. Çünkü acılarından başka bir şeyleri yoktur ilgilenecekleri.
Dünyası büyük insanların ise acıları küçüktür. Çünkü zamanları kalmaz acıları ile ilgilenecekleri.
Bazılarının ise acıları gülünçtür. Çünkü acıları samimi değildir. Acılarını kendileri yaratırlar. Çünkü hiçbir şey yoktur ellerinde başka ilgilenecekleri.

diye geçti içimden. içimden bir de kız geçti tam o vakitte. kız çabucak geçti.dedim ki;
kız ne bu hız. hiç geçmesin isterdim oysa. düşünsene aslında hep aradığım oysa. bu bir manifesto işte.başlı başına bir cenk çağrısıdır yaşamak.içini karatma bak yaşam ak. hem nasılda şereflidir aldığın nefesin annenden dolayı olduğunu iyice bellemek. mahsus kanatırsın yaralarımı, nasılda bilinçli bilinçli bakıyorsun sevişirken.sev.iş.erken.derken sevişmek nasıl da bir saçmalamaktır.yaşam dediğim gibi saçmalam kadar aktır.hayat koca bir saçmalıktır. ama aktır.doğrumuyum daktır.

allahım.al ahım.ı. herşey senden madem her şey sana dönsün.sen asıl ve bizzatihi yönsün.önsün.arkasın. namus düşüncesi geliştirir ar kası nı. pazularımızdan şişkincedir biz türklerde.avrupalılar kadar önem verir ön sevişmeye beyaz türklerde.hem allah hepimizin allahıdır. saçmalama jesus giderayak şarap içmekte neyin nesi. mevlana gibi döner başım duyduğun ise içimden gelen ilahi melodi. neyin sesi.

sevgilimle sevişirken içime allah kaçtı. boaşlmıyorum çıkar geri diye. bir kutu sakız çalıp atıyorum arka cebime. bakkal amca bağırıyor çıkar geri diye. deli gönlüm abdal olmuş gezer gary gary diye. öyle işte herşey birbirini çağrıştırıyor.ali ipi tut, çağrış tırı yor. hem zaten rusya da herkes komünist değil mi bilemedin orospu. veni vidi vici gibi or os pu. bir orospunun ilk görevi getirmektir. bir nevi garson gibi yani. hizmet sektörü. aramızda kalsın orospuların çoğu renk körü. sizi hiç sevmedim. burdan sektörün . arkanızdan küçük su dökecem ama korkum penisimin fermuarın arasına sıkışması. en büyük hayalim kullandığım arabaya 10 tane liseli kızın tıkışması.

tedavim iyiye gidiyor aslında. doktor amcalar nasıl sevdi beni sanki neşterim ben. her tedavilerinde yanlarında götürüyorlar. göt.ürüyor. durmadan her yer göt doluyor. lar. seni sevmemle ilgili kuşkularımızda azaldı. doktorlar seni sevdiğime ikna olur gibiler. seni kaçırmam için iki kişi lazım. hastaneden murat la yusuf var. olur gibiler. tıknaz ikiside. bizim onur gibiler.


gecelikle kalma üşürsün esenlikle kal.
sen bırak onlar düşünsün.

11 Şubat 2011 Cuma

Sevgilim ne olur bana hep yalan söyle.



(Lütfen okuduktan sonra veya önce veya tam da o an ne zaman isterseniz demet akalından olacak olacak dinleyiniz)


Mutlu olmak için savaşıyorsun madem ey insan, önce bil; her tebessüm yalan menşeilidir. Sevgilinin bir tek senin için düşlerin içinden geldiğini sanarsın ha. Salak. Öyle değildir. Senden önce defalarca başka dudaklarda kaybetmiştir kendini. Defalarca aşık olmuştur; sorsan herkese ben hiç olmadım derler. Hassiktirsinler. Defalarca ağlamış sözler vermiş hayaller kurmuştur. Hiç yoksa 5 tane çocuğu olmuştur nicesi erkek gerisi kız. İsimlerini koymuştur hepsinin. Hatta öpmüştür sevgilisi karnından tam da, gülmüştür o da. Sor bir bak göreceksin; hayır diyecektir. Defalarca başkalarının kulaklarına fısıldamıştır aynı senin kulağına fısıldadığı gibi:

Sen bambaşkasın ve dünya yıkılsa seni kader gibi taşırım alnımda. Siktirsin.

Sen köpek gibi aşık olabilirsin bu hiçbir şeyi açıklamaz. Henüz bir çocukken içine çektiğin bakkal kokusunu, önünde uyuyakalınca pantolonunu pişirip derine yapıştıran katalitiği, uyumak için anneni geniş omuzlu gösteren vatkalara kafanı yaslayışını, 92 model kırmızı bir şahinin o bok gibi ısıtan kaloriferini, babanın sigara kokan parmak uçlarını nasıl hiç unutmazsan sen, bir kadın asla unutmaz seviştiği hiçbir erkeği. Unuttum der, hatırlamıyorum der ama bil ya gizli bir çekmecesinde ya da zihninin en derinin de ona yazdığı sayısız şiir, haddi hesabı olmayan mektupları vardır. Belki kelimelerle giydirmemiştir hislerini belki çıplaktır ama vardır. O sebeple çok soru sorma sevgiline, çünkü ne kadar çok sorarsan şaşırıp doğru söyleme riski artar. Doğru kordan eldiven gibidir. Cısss

            Ey insan silkelen, aşk toplu bir yanılgıdan ibarettir. Anlıktır. Kadınsan içini doldurandır aşkın erkeksen içini doldurduğundur. Çünkü hayat boşlukları yama ile kapatırken geçen zamandır. John Lennon siktirsin. Tüm gayemiz çabamız budur. Sen ressamsındır boya ile kapatırsın hayat ile arandaki açıklığı, ben yazarımdır kelimelerle dikerim çentik çentik, nakış nakış… ne fark eder önemlimidir. Eğer bir korkak gibi kaçarsan bu savaştan hep boynu bükük ayrılırsın cenk meydanından. Oysa insan oğlu ademden beri savaşçıdır.


            Atla aşkım şu tanka da seni gezdireyim cesetlerin arasında.

Ölmekten korkmak ne saçmadır demi, hah işte sevda işleri de öyledir. Zaten bu salt bencillik nasıl meşru kılabilir ki attığımız falsolu adımları. Ulan kabul etmedikçe ilk olmadığını ve anlamadıkça son yahut da en özel olmayacağını… neyse sende siktir.

            Aşk… babandan yediğin ilk tokat sonrası yanağında bir süre geçmeyen o pembeliktir. Bırak kalsındır zaten. Canın biraz yansındır. Bir şeycik olmazdır. Ama işte söz dinletememek en can sıkıcısıdır.

            Dediğim gibi ey insan yer ile gök arasında sürgünde olan iki ayaklı mahlukat bir sikim değilsin işte kabul et. Bir et parçası için kendini böyle parçalamak da neyin nesi. Bu emanete hıyanet değil midir. Değildir. Yoksa bir kasap reyonundan ne farkı kalırdı şu dünyanın. Biz sevişen aldatılan ağlayan et parçalarıyız ondan mütevekkil kimse bizi; birisine, poşetlere koyup satamaz. Ama işte sonuç hep aynıdır. Ölürüz ve ete döneriz sadece ete. Sonra da yem oluruz yaşarken yemimiz olanlara. Hayvanlara… ne saçma

           
Korkma arkadaşım korkma ama yanılmaktan sevmekten. Belki kötüdür derler ama onlar bilmezler her belki bir anahtardır gelecekte ki iyikiler için. Hiç dizleri kanamamış bir çocuğun ne farkı vardır annelerimizin kırılmasın diye kaldırdığı yemek takımlarından.

            Aşk annelerin gün öncesi üstlerindeki örtüleri kaldırdıkları oturma gruplarıdır. Geçicidir. Göstermeliktir. Şovdur. Arkasından hemen hiç olmamışçasına eski haline gelir. Bak sor hiç der senin gibisi hiç olmadı.

            Sor arkadaşım korkma şu an şimdi dön sevgiline sor. Ne vakit sana doğruyu söyler der ki hayır sen değilsin o; senden önceleri var ve hiç geçmeyecekler; kaç ordan. Bırak elini. Bakma gözlerine öpme dudaklarını. Çünkü yalan söylemeye bile layık görmemektedir seni sorsan dürüsttür bana sorsan duygusuz. Siktirsin.

            Aşk vitrinde duran şahane bir kırmızı ayakkabıdır. Sen alırsın ama binlerce kişi denemiştir. Ama sen almışsındır gerisi teferruattır.
            

10 Şubat 2011 Perşembe

sevgilime özür niteliğinde manifesto

düş sokağı sakinlerinden gayret et ile dinlenilmesini şiddetle tavsiye ederim.

İndim taksiden. Tam da barlar sokağının girişinde nasıl da güzel duruyordu, görmeliydiniz. Beni beklediğini düşündüm. İçimi bir 23 Nisan coşkusu kapladı. Beyaz babetlerini giymiş ortaokul kızları kaçıyor, tayt giymiş jimnastikçi çocuklar kovalıyorlardı. Yakalasalar kötü olurdu. Gördüğüm her balkona bayrak asabilirdim; o derece özverili bir histi bu. Taksinin kapısını henüz kapatmıştım ki göz göze geldik. Güldü. Ama nasıl gülmek, yok tarifi. Dudakları bir parşömen gibi kulaklarına kadar yırtıldı. Ki görseniz kulakları sanki iki kandil simidiydi. Öyle güzeldi. Tam da sinemanın önünde selamlaştık, sarıldık. İki mersinlinin ilk defa tanışması ve ilk defa görüşmesi için Kadıköy de bir sinemanın önünü seçmesi güzel bir hikaye idi. Tam o sırada bir müzik yükseldi Kadıköy’ün dar sokaklarından, dönüp yürümeye başladık bizde.

Nereye oturalım dedi.
Ben dedim.
Burası uyar mı dedi.
Sana dedim.
Sigara içiyor musun dedi.
Aşık dedim.
O zaman dışarı oturalım dedi.
Oldum dedim.

Duymadı. Sen bilirsin, uyar, evet, tamam diye anladı.

Oturduk sonra. Biralarımızı yudumlamadan önce ince bir bilek hareketi ile kadehlerimizi tokuşturduk. Yeni tanışıyorduk konuşacak çok şeyimiz olmalıydı. Ben arife günü temizlik yapan bir anne gidiydim, yetişmeyecekti biliyordum. Nasıl huzursuzdum. O ise haberleri izleyen bir baba gibi gamsızdı, ne de olsa darbe falan olmazdı. Biliyordu. Bir kuğu gibi nazik bir şekilde kafasını taşıyan boynu, saçma derece de güzeldi. Kanımın damarlarımın çeperine yaptığı baskıyı anlamanız için kocaman bir binayı sırtlanmanız lazım, öyle zor. Burnunun kenarı ve gözlerinin tam ortasında patlamış gözbebekleri…

Ne şahane dedim kendi kendime. Ne şahane…

Erosun okuna benzeyen dudakları bir açılıp bir kapanıyordu. Aklım kayıyordu. Ne dediğini parça parça anlıyordum. Avukat diyordu, sonra diyordu, off diyordu beklemeliyiz diyordu, amına koyayım diyordu ya da o bir başkasıydı bilemiyordum. Bu anlamama durumun doğmasında ense kökümde bitmez bir inatla havlayan köpeğin de etkisi vardı. Bir anda ciddileşip istersen öldüreyim dedim. Güldü gerek yok dedi. En ciddi haline devirip gözlerimi öldür de yeter dedim. Korktu.  Oyun hamurundan yapılmış gibi duran nefis ellerini ellerimin içine aldım. Gözlerine baktım gözleri öyle derindi ki, korktum. O dakikaya kadar dinlediğim kadının kulaklarına eğilip fısıldadım.

Gözlerinde gördüm canımın içi. Sonumuz şüphesiz hicran…

Sonra çok zaman geçti. İlk kavgamızı ettik. Hiç etmeyeceğiz sanmıştım oysa ki; sevişmekten zaman bulamayız ne de olsa diye geçirmiştim aklımdan hep. Sevişmek; iş ekinden dolayı bir işi karşılıklı yapma hali. Sevişiyorduk her saniye. O beni seviyor ben onu seviyordum ve ilk kavgamızı etmiştik. Ağzımızdan bir sürü istemediğimiz şey çıkmıştı. Sevişiyorduk bir aydır ve nihayet ilk defa boşalmıştık. Rahatladık. Pişman mısın dedim asla dedi. Bir kere daha aşık olmuştum. Nasıl ki lanet bir aikidocu olduğunu söylemişti aynı o anki gibi hem de.

Sonra çok zaman geçti tekrar. Arkadaşımda oturuyordum ders çalışıyordum. Bitirmem gereken bir okul vardı; ilk orta ve lise olmak üzere üç tanesini bitirmiştim oysa.  Her neyse… sevgilim arıyordu. Sesinde üç ton beton var gibiydi anlamıştım bir şey olduğunu. İnce bir jilet gibi yardı içimi kırık kelimesi. Bacağını kırmıştı. Tam karın boşluğuma gelmişti sevgilimin sesindeki çaresizlik. İç organlarım köşe kapmaca oynuyorlardı sanki, midem bulandı. Asfaltı tutup çekmek istedim böyle çabucak gelsin diye. İlk olarak kızdım ama; nasıl becerirsin türünden bir edebi metin eşliğinde. Ama konu mühimdi kırık sandığımızdan ciddiydi. Ameliyat oldu, çok fazla vida taktılar. Dikişler atıldı pansumanlar yapıldı. Koltuk değnekleri ile ev içinde gezildi. İnanmayacaksınız ama ilk banyomuzu da yaptık. Merak etmezsiniz ama ederseniz yatıyor şimdi. Geçecek biliyoruz, hem aklıma geldikçe alçısı ile de konuşuyorum. Sıkı tut diyorum; kemiklere kaynamaları gerektiğini anlatıyorum. 

velhasılı hiç yapmamam gereken şeyler yapıyorum bazen farkındayım, ama insanız işte. Sonra nasıl üzülüyorum anlatamam. içim kıyılıyor adeta,  rendeleyip yemeklere katasım geliyor iyi niyetimi. kolay değil 3 haftadır bir odanın içindeyiz ve sürekli kapalıyız. yoruyor bizi biliyorum da. özür dilerim seni kırdığım her an için. hatta bu özür mektubuna bir de ameliyat sırasında seni beklerken yazdığım şiiri de iliştireyim istedim. daha afilli olsun diye.



Döktüğüm gözyaşları arkandan ağlamaktan değil
Su gibi git, su gibi gel diyedir…
                                                                                                                            
Beklemek bazen çıldırtıcı olabilir
Kuvvetli bir kalp ağrısı zorlarken göğüs kafesini
Vahşi bir hayvan gibi saldırmak istersin etrafa
Muhtemelen bir kavga patlar içinde
Bir adam burnunu tutar avuçları kan dolu
Terler akar şakaklarından sevgilim
Güldüğün her yer cennet olur

Gelsen şimdi
Gökyüzü mora çalar gözlerim gibi
Ağırlaşan göz kapaklarım
kepenk indiren bir esnaf kadar sakindir
İçim rahat ne de olsa
doktor beyler her türlü kırığa hakimdir

küçük bir kızsın sen ellerin ellerime muhtaç
seni türk hekimlerine emanet ettim sevgilim
eğer iyi gelmezse hiçbir ilaç
Ağrıyan tüm yerlerine Allah sürerim

boş bir yatak sağ yanımda uzanıyor boylu boyunca
kanım civa gibi ağır
damarlarım patladı patlayacak
televizyon açık telefonlar çalıyor durmadan
herkes seni soruyor
diyorum ha çıktı ha çıkacak

babam ve oğlu, ben.


Telefonum çaldı bir gün. Babam arıyordu. Alo dedim. Oğlum dedi. Ne oldu dedim. Deden dedi. Ne olmuş dedim hastanede dedi. Koşa koşa gitmiştim yanına. Babam istanbul’a gelmişti dedem hastane de yatıyordu. Bilinci çok yerinde değildi, farkındaydım çok yaşlıydı. Babaannem halam amcalarım ve babam... ben,diğer torunları ve akrabalar.. Herkes bir şeyler bekler gibi kurulmuştu hastane de yatağın başına. Biraz kızgındı dedem, biraz sinirliydi bir şeylere. Hayat işte bir şeylerin sonuna geldiğini o da farkındaydı.
Ama insan 90 yaşında da olsa bir gün daha yaşayabilmek için türlü taklalar atar sanmıştım ben. Yanılmıştım oysa dedem lütfen diye bakıyordu. Birisi iki el sıksın şakaklarıma lütfen.
Ben ise oda da ki o kadar insan içinde sabit bir inatla babama bakıyordum. Gözümde kocaman bir devdi o. Bıyıklı bıyıksız olması ne mühimdi. Hep çok yakışıklıydı. Bir parçasıydım ya nasıl da gururluydum; gözleri dolu doluydu ama her an kavga çıkaracak bir liseli gibi de gergindi. Sanki hayatının yüz metresini koşacak bir atletti de silah sesini bekliyordu. Dudaklarını ısırıyordu babasına bakarken. Oysa ki diyordum çok baba oğul ilişkisi yaşamadınız, hem yaşlı da. Öyle olmuyordu ama biliyordum. Sonra ben Mersine gitmeye karar verdim. Bir hafta olmuştu dedem de iyiydi hem. En son otobüse binmeden uğradım yanlarına. Dedemi öptüm, babama sarıldım. Bende gelicem, dedeni eve alalım da dedi. Tamam dedim. Mersine doğru yola çıktım. Sabah oldu varmıştım. İndim otobüsten ahh mersin ne kadar da sıcaktı. Eve gittim çabucak annem açtı kapıyı. Bir sarıldı bana başım döndü. Anne olmak ne saçma bir şey dedim içimden, birini bu kadar sevmek ne sıkıcı. Daha ayakkabılarımı bile çıkarmamıştım telefon çaldı. Sarılmamız yarım kalmıştı. Annem açtı telefonu. Bende mutfağa su içmeye gittim. Etrafa bir göz attım su içerken. Yeni mutfak dolaplarını gördüm. Güldüm. Karşımda duran Zülfikara baktım, tırstım. Birden annemin evet geldi diyen sesi değişti. Nasıl dedi. Ne zaman? Sesi o kadar kötüydü ki anlatamam. Kapadı telefonu döndü bana deden ölmüş dedi. Babamı aradım hemen. Ağlıyordu.
Olga dedi. deden öldü. Baba zaten bekleniyordu yaşlıydı da hem dedim. Yok öle değil anlamadın babam öldü.
Anlamıştım bok gibi bir şeydi.susmak dışında ne desem küfür gelirdi,sustum. hemen yola çıktı annem benim bakmam gereken 7 yaşında bir kardeşim vardı.

Sonra telefonum çaldı bu gün. Açtım. Annemdi. konuştuk biraz. Nasıl özlemişti beni sesinden belliydi. Sanki bağırarak konuşuyordu da biri sesinin şiddetini en düşüğe getirmişti. Heyecanı ahizeden taşıyor, sevgisi telekominikasyon teknolojisini zorluyordu. Nabzı yanı başımda atıyor gibiydi. Hep böyleydi zaten, şaşırmamıştım. Fakat babam nasıl diye sorduğumda arkadan kardeşimin patlayan sesi, beynimi yutmuştu. Kardeşim 9 yaşındaydı ve inanın tam bir boşboğazdı. Anjiyo oldu babam dedi. Bunu nasıl bu kadar kolay söylüyosun lan diye bağırmak istedim ama çocuktu işte. Anne dedim neden söylemediniz merak etme diye dedi. Nasıl bunu yapardı. Şimdi de benim öfkem ahizeden taşıyordu. Sus dedim anlatma sus. Sevgilimin gözlerine bakıp durdurdum kendimi, durdurmasam ne yapardım bilmiyordum. Sakin olmalıydım bir çılgınlık yapmamalıydım nede olsa bakmam gereken sevgilime ait bir kaval kemiği vardı. Babam aldı telefonu iyiyim dedi. Off öle bir iyiydim ki aklım dağıldı, kalbim durdu. İlk defa bir gün babamın öleceğini hissetmiştim. Hiç ölmese olmaz mıydı yoksa. Şu an ciddi bir şeyi yoktu belki 40 yıl daha yaşayacaktı ama ilk defa bir gün dedim. Bir gün…

Babam hiç ölmesin Allah’ım ne olursun.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Mao’yu aratmayan bir hukukçumuz var, yaşasın cumhuriyet.

Kağıttan kaplan…

Alkışlar Süheyl Batum’a…
 Kolay değil bir insanın bu kadar açık sözlü olması. Demokrasiden dem vurup askerin yeteri kadar güçlü olmadığını söylemek her babayiğidin harcı değildir. Daha güçlü asker, daha çok tank sesi, yere daha sağlam vuran postallar.
Mao’yu aratmayan bir hukukçumuz var, yaşasın cumhuriyet.
Ama siz sayın Batum, o filmin sonunu izlemediniz herhalde. O filmde o gösterişli askeri sahnelerden sonra yakılan kitaplar var , ölen gençler var , susan şarkılar var. Çocuklarının nerede olduğunu hala bilmeyen anneler var. Senin o çok özleyerek yeniden güçlenmesini beklediğin ordu çok değil otuz yıl önce sokaklarda şımarık bir çocuk gibi salınıyordu. İstediğini alamadığı zaman ortalığı yıkan şımarık çocuk gibi. Senin gibi yani. Laiklik Kemalizm Militarizm… bu kavramlara kendini bu kadar yaslamak bunlardan başka bir şey bilmemek ve solcu olduğunu söyleyip de halka bu kadar uzak durmak nasıl bir çelişkidir ben anlayamıyorum, kusuruma bakmayın.
Askerin güçlenmesini istemek tam da senin gibi zihniyetleri mutlu ediyor. Hayali bile güzel değil mi?
Zaten sosyal demokrat dediniz kendinize, ne demekse o. Anlamını bilmesem de sizi gördükçe anlıyorum. Daimi ve içi boş muhalefet, statüko ve insanları hala bir Atatürk masalı ile uyutmaya çalışmak. Atatürk öldü sayın batum. Yaptığı iyi kötü her şeyle öldü ve bizim ulusal mücadelemizin yüzü ve tarihimizin en önemli figürlerinden biri olarak öldü. Sayenizde sizin sahiplendiğiniz ideoloji sayesinde her geçen gün canı acıyordur eminim.
Yaşasaydı Fenerli mi Beşiktaşlı mı olurdu bilmem ama seni hiç sevmezdi buna eminim.
Bizim bu günkü görevimiz Atatürk’ün yaptıklarını kendimize bir örnek olarak almak tıp ki tüm dünyada ki devrimler gibi ve bunlardan beslenip kültürümüze yapımıza en uygun planı uygulamaktır. Solculuk eleştirebilmektir, sosyal demokratlık ise arkasına sığınmak. Solculuk yeniden yapmak için yıkmaktır, sosyal demokratlık ise bilinçsizce saldırmak. Sen ne vakit bilinmeyen dillerle konuşan kürt kardeşlerinle barışırsın, ne vakit o italyan takım elbiselerinden sıyrılıp ermeni halkıyla iyi geçinirsin, islamiyeti bir fobi olarak görmekten kurtulursun, bir adım daha yaklaşırsın solculuğa. Evet 23 yaşındayım ve sana açık bir şekilde söylüyorum ki sen solcu falan değilsin. İşine geldiği zaman askeri göreve çağırırsın işine gelmeyince asker karışmasın dersin. Hata sistemdedir oysa anlamazsın bile. Anlarsın da işine gelmez. Çünkü sistem değişirse sen de vasıfsızlaşırsın. Ahmet Necdet Sezer seçimle gelen rektörleri “dinci” diye eleyip “laik” rektör getirince mutlu olursun. Oysa sistem yanlıştır umursamazsın. Abdullah Gül yapınca aynı şeyi bağırırsın. Kusura bakma Batum samimi falan değilsin. 
Kağıttan kaplan mıdır aslan mıdır askeriye bilmem. Ama kağıttan gemiler yapıp seni ve senin gibilerini de o gemilere bindirip açık sulara bırakmak lazım. Biliyorum.

8 Şubat 2011 Salı

sevgilim ve sezen aksu

Arabadaydım. Kucağımda sevgilimin gelişi güzel kırılmış olan kaval kemiğini taşıyordum. Acısı acımdır deyip, namus gibi hem de. Her sarsıntıda acı hissetmesin diye, kıçımı kaldırıyordum koltuktan, akıl işte uçmuştu bir kere. Bir şeyler konuşuyorduk, sanki ayağı kırılan bendim de sağlam olan oydu. Ben haddinden fazla çökmüş ve çirkindim. O ise ısrarla dünyayı yedi günde yarattığını söylüyordu. Suratımın ortasında iki el silah sesi gibi patlayan gözleri, ve içimi paslı bir katana gibi yaran gülüşü, akıl sağlığımı zorluyordu. Seni sevince inanmayacaksın belki ama içimde bir ilkokul dağılıyordu. Tüm Uzakdoğu halkları kültürlerine sırt dönüp yağlı güreşi ata sporu benimsiyordu. Avrupalılar çocuklarına düğünlerinde urfa akıtmaları takıyorlar ve Amerika milli marş olarak “Gel gel gel güzelim. Gel hiç acımayacak” ı seçiyordu. Amerikanın bu seçimi manidardı.Anlayacağın seni sevmem tüm dengeleri bozuyor ve kocaman bir kaosu ateşliyordu. Tüm halklar pürdikkat sevişmemizi bekliyordu. Sevgilim bu evrene Mesih’i sen müjdeleyecektin, biliyordum. Her sabah düzenli olarak uyanıp kasıklarımdan saç tellerini ayıklıyorum ya, inan bana bundan sonra hepsini bir kavanozun içine koyacağım. Kocaman bir saç dolusu kavanoz, düşünsene ne seksi. Sen klozette otururken köşesine kıvrılıp sigara içtiğim küveti de nereye gidersem gideyim yanımda götüreceğim, inandım bir kere sana. Birisine inanmak zordur düşünsene 23 yaşındayım Allah’ı bilmem ama sana inandım. Ne garip.
Arabadaydım. Kucağımda taşıdığım parçalı kırıklara teslim olmuş kaval kemiğini ağzıma götürdüm. Ne yapıyorsun dedi. Ney farz et bunu dedim. Ne dedi. Ney dedim. Üfledim ses çıkmadı salak dedi. Daha ilk denemesinde büyük bir hüsrana uğramış bir neyzendim ben. Aşk tüm deliklerini kapatmıştı enstürmanımın. Sonra arabanın her yerini bir anda bir Sezen Aksu dinginliği sardı. Nasıl da güzel okuyordu bu yaşlı kokainman abla dedim içimden. Annem yakıştırmazdı belki küçük serçeye ama ben yakıştırıyordum. Sonra üç kadının içinde tek erkek kalmanın verdiği huzursuzluğu konuşarak atmak istedim. Aklıma Sezen Aksu ile ilgili birkaç şey zuhur etti. Bu abla yüzünden müzik biraz da bok oldu dedim. Sevgilimin iki el kurşuna benzeyen gözleri tank olmuş dağılan ilkokula dalmıştı. Görsen ortalık pazar yeriydi. Saçmalıyorsun dedi. Müzik deyince insanın aklına Sezen Aksu gelir dedi. Haklıydı ne kadar ki benim aklıma Ahmet kaya, İlkay akaya ve daha bir sürü bölücü soluk da gelse, Sezen Aksu yadsınamayacak bir gerçekti. Ama bu benim fikrimi çürütmüyordu ki. Son yıllarında neden olduğunu bilmesem de yaptığı saçma sapan şarkıları verdiği yeni yetme gençler yüzünden, kalitesiz prodüksiyonlar yüzünden bu günün kral tv müziğinin oluşmasında parmağı yok muydu? Bir birine benzeyen tek düze ve halkın duygularını sömürü üzerine kurduğu müthiş imparatorluğuna küçük koloniler katmıştı. Eminim mutluydu. Televizyonda görmüştüm geçenlerde ama; farkındaydım umutsuzdu.
Sevgilim dinlemedi beni. O Sezen Aksuwyu kafasında öyle bir yere koymuştu ki sorsan cumhuriyetin kuruluşlunda da parmağı vardı. Severdim Sezen Aksu’yu oysa ki, ama insan bazen kendi fikirlerinin çerçevesini kalın çizmek için istemeyerek de olsa haddinden fazla sertleşiyordu. Ama sevgilim sertleşen erkeklerden hoşlandığını söyledi. Mutluyduk.