25 Haziran 2014 Çarşamba

Hercümerç


"... allah'ın mucizelerine inanırım tabii, suyun seyri bir mucizedir, ağaçların seyri bir mucizedir, havanın seyri bir mucizedir, benim hayretim tabiattan beslenir. insana hayret şikâyete girer, ben sevmem. insanların dünyasındaki tek sürpriz doğmak, sonrası malum, gün doğar, gün biter, gün doğar, gün biter, biliyorsun."


                                                                                                                                      Ahmet Güntan




27 yaşındaydım, yolsuzdum, tatsızdım, günlerden çarşambaydı, sigarayı iyice teklemiştim… En kötüsü ise bir umudum kalmamıştı. Bir yokuşun tepesinden aşağı doğru son sürat yol alan bir kamyon gibiydim. Tüm frenlerim boşalmıştı. Yolun sonu bir ilkokuldu. Saat ilk tenefüstü. Her şey, tüm bu kozmos aleyhime işliyordu. Kendimden ziyade etrafıma zarardım. Farkındaydım. Bazı insanlar zayıf, bazıları kalçasında bir morla, bazıları ise saçlı doğardı. Ben ise saçlı, zayıf, kıçımda kocaman yumruk gibi mor bir iz ve lanetle doğmuştum. Doğduğum esnada annemin bağırması ve babamın sigara üstüne sigara yakması lanetle doğduğumun kanıtıydı. Dünyaya geldiğim ilk anda lanet kaderime teyellenmişti. Ben etrafımda beni seven kim varsa üzecektim. Kötü ne varsa, hepsinin biriktiği bir kumbarası olmuştu annemle babamın. Yıllar sonra en çok onlara üzülecektim. Annemle babam bana söylemese de cinsiyetimi öğrenmek için doktora ilk gittiklerinde emindim ki doktor annemi muayene ettikten sonra isterseniz alalım bunu demişti. Denmeliydi. Hipokrat’a edilen yemin bunu gerektirirdi. Benden bir sürü vardı çünkü. Bir bana daha gerek yoktu. Annemde bunu bildiğinden bir 9 ay kadar tuttu beni içinde. Kötü kokan bir odaya girmeden önce alınan derin bir nefes gibi… Gücü yettiğince tuttu içinde. Sonra gücünün azaldığı ilk anda doğdum ben. Ona kalsa eminim beni rahminin en diplerinde bir yerlere gömerdi. Doğduktan sonra göbek bağımı sokak köpeklerine yedirmediyse şayet bu sadece annelik iç güdüsü ile açıklanabilirdi. Farkındayım konuya çok palaspandıras girdim. Özür dilerim. Bazen insan içinde o kadar çok duyguyu aynı anda hisseder ki ortaya hiçbir şey çıkartamaz. Toparlamaya çalışayım.
Ben Taylan. Hala 27 yaşındayım. Saçlarımda hafif beyazlar var. Birazda azalmışlar, berbere son gittiğimde berber amcanın şu fani hayatıma düştüğü şerh buydu. Yaşlanıyormuşum. Yaşlanmayı kötü bir şey olarak mı söyledi, onu tam olarak bilemiyorum. Ama yaşlanıyormuşum. Yaşlanıp yaşlanmadığınızı en iyi bilen kişi ilk ilk traşınızdan beri gittiğiniz berberdir. Objektiftir, bir seri katil gibi soğuk kanlıdır ve üzülüp üzülmemeniz umurunda değildir. Saçınız ya da sakalınız olduğu sürece fazlası onu ilgilendirmez.
Ben Taylan. Bu adı iyi belleyin istediğim için tekrarlıyorum durmadan. Bir gün orta boylu tıknaz ve 27 yaşlarında Taylan isimli birini görürseniz yolunuzu değiştirin diye söylüyorum. Belki bu tariflere uyan yüzerce Taylan vardır. Ama şuna emin olun benim o yüz kişiden biri olma ihtimalimin zayıflığını umursamadan yolunuzu değiştirmenizi gerektirecek kadar büyük bir belayım. Yüzde hatta binde bir bile olsa o Taylan ben olabilirim. Ve emin olun bu riski almanıza değmez.
Ben Taylan. Şimdi bir odadayım. Ufakdan hallice bir oda. Kimse büyük diyemez ama. Büyük diyeni geometri bilimi neferleri ayıplar. Karanlık bir oda. Odanın en köşesinde  duran ve odayı doksan derece kesen kanepenin üzerinde duruyorum. Korkmayın sizi çok tutmayacağım. Gereksiz ayrıntılar peşinde koşmak değil derdim. Bırakın biraz konuşayım sadece. Çok uzun sürmeyecek zaten.
Ben Tayfun. Kanepede duran Tayfun. Kanepenin bittiği yerin dibinde, yönü sağ koluma düşüyor, bir masa var. Üstü boş bir masa. Boştu yani. Üç eksik bir winston soft paketi var artık üstünde. Yanında bir kül tablası. Üstünde ince bir cigaralık yarısı bitmiş… Sağ yanıma düşen bu masayı hiç sevmedim ben. Bunu da söylemeden geçemeyeceğim. Kahve tonlarında döşenmiş bu odada ki tek beyaz şey kendisi. Döşenmiş dediğime bakmayın siz. İki masa bir kanepe ve bir televizyon… Hepsi bu. Bu arada Tayfun değil adım tabi ki de. Hala bende misiniz diye merak ettim.Ben Taylan. Kanepede otururken ben televizyonda haberler dönüyor. Necmettin Erbakan’a benzeyen bir adam var. Sesi kısık televizyonun ne konuştuğunu anlamıyorum. Necmettin Erbakan’ı özlediğimi anlıyorum birden bu adamı görünce. Erbakan’a göre daha ince ve uzun. Tabi Erbakan’ın da bu zat-ı muhtereme göre kısa ve kalın olduğunu da iddia edebilirsiniz. Bir alt yazı düşüyor ekrana bahsi geçen amcanın adını da öğreniyoruz. Çatı Aday’mış Amcanın adı. Bir açıklama yapıyor: Ekme… Arapça bir şeyler diyor şu an ne olduğunu anlayamayacağım. Bunu bir çırpıda unutup cigaralıktan bir nefes alıyorum. Dolu… Yılmaz Güney’i taklit ederek çekiyorum içime. Bir de Buse’yi çok özlüyorum.
Ben Taylan. Buse’yi en çok seven Taylan. Hayatın bir tanımını yapmam istenseydi benden şayet; beni dinleyen kalabalığa şöyle seslenirdim.
-          Yoldaşlarım. İnsanın vakti az kalınca şeytan eline ayağına dolaşırmış. Her şeyi anlatmak isterken bir bok anlatamadan bize ayrılan sürenin sonuna geleceğiz. Önce doğacağız sonra büyüyeceğiz sonra aşık olacağız. O gün erkek olacağız biz. Kızlar o gün kadın olacak. İbneler o gün ibne… Çünkü yaşamak heteroseksüellere bırakılmayacak kadar ciddi bir meseledir. Et ve kemikten oluşan varlıklarımız o gün insanlaşacak. Maddeye ruh üflemek gibi… Doğayı anlamak ve ona şükran duymak…Kendimizin aslını o gün bulacağız. Sonra terk edileceğiz. Yada terk edeceğiz. Farketmez. Kopacağız özümüzden. Canımız çok yanacak. Sebeplerimizi yetersiz görenlere şaşacağız. Bizi anlamadıklarını düşüneceğiz. Anlaşılıp da haksız bulunmak korkusu ile anlaşılmamaya sığınacağız. Sanacağız ki dünya hep çayır çimen… Birileri var kötü onlar dallarımıza kastediyor, çiçeklerimize düşman… Sonra işte bir gün birileri soracak size. Hayatın bir tanımını yapar mısınız diye. Siz ise hala güçsüz durmaktan korkanlarsınız tabi. Acz alın yazınız. Bir sik anlamadım ki hayattan anlatayım diyemeyecek kadar kibir budalasısınız. Çıkıp insanlara nutuk atacaksınız hayat ile ilgili. Yoldaşlarım hayat ile ilgili bildiğim bir şey varsa esmerler her zaman haklıdır. Bunu lütfen tarihe not düşelim.



Ben Taylan. 27 yaşındayım. Bir kitap yazdım 22 sayfa… Aslında daha uzun yazacaktım ama hikayedeki kız gitti. Sen nasıl yazarsın hikayedeki kız gitti diye kitap biter mi demeyin. Tanrı’nın her kuluna sözü aynı mı geçiyor sanki . Görmez misiniz.

15 Haziran 2014 Pazar

Pınar Selek'in savunması.


istanbul 12. ağir ceza mahkemesi sayin başkanliğina,
dosya no: 1998/518

hukuki dilde adı “savunma” olan bu metni çeşitli suçlamalara karşı kendimi savunmak için değil, uzun süredir yaşadığım kuşatılmaya karşı onurumu, kişiliğimi, hayatla kurduğum ilişkiyi ve özgürlük arayışımı nasıl savunduğumu anlatmak için size sunuyorum. 
evet, mısır çarşısı komplosu beni kuşattığından beri ben bir savunma halindeyim. şimdi size kısaca neyi nasıl savunduğumu anlatmaya çalışacağım.

özgür, ahlaklı, mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir sorusu, çocukluğumdan beri beni meşgul ediyordu. bu sorulara yanıt bulmak, toplumu, kendimi anlamak ve özgürlük alanımı genişletmek için sosyoloji okudum. bu arayışla, okul yılları boyunca, bilgi-iktidar ilişkisini, bilimin kurumsallaşma biçimini, dokunulmayan kutsallıkları, dil ve davramış kalıplarını sorgulayarak kendimce bir patika çizmeye çalıştım. sorularıma yanıt bulmak için yoğun emek sarf edip öğrendiğim her kelimeyle boğuşunca, üniversiteyi birincilikle bitirdim. 
14 nisan 1999’da, mahkemenizde yaptığım savunmada, flaubert’in “sosyolog, elbette birçok hayatın içine girip çıkacak, hiç hissetmediği duyguları ve deneyleri taşıyan insanları anlamaya çalışacak” sözünden hareketle, “birçok hayatın içine girmek istiyorum. yani o hayatı yaşayanlarla söyleşmek, konuşmak ve öznellikler arasında ilişki kurmak” diyen baurdieu’ye gönderme yapmıştım. işte bu motivasyonla başlayan öğrencilik yıllarım, okul koridorlarında ya da kantinde değil, hayatın içinde geçti; hep dokunulmayanlara dokunarak, kendimce, karanlıkları aydınlatmaya çalıştım. 

doktorlar gibi, sosyologların da toplumsal yaralara el sürme kabiliyetinde olması gerektiğine inanıyordum. travestilerin ülker sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, “alacağımı aldım” deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. bırakmadım da. çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: sokak sanatçıları atölyesi. 

böyle bir atölyenin cephanelik olarak tanıtılması korkunç bir şey. hayır, asla atölyemize bomba giremezdi. tersine, o küçücük mekanda her türlü şiddeti aşmaya, şiddetin yarattığı yaraları sarmaya çalışıyorduk. bu değerli çalışmayı, sadece benim ya da atölyedeki insanlar için değil, toplum için temize çıkarmak zorundayız. korkunç suçlamalarla lekelenen atölyemiz bir sevgi bahçesiydi. 
toplumun çöpe attığı insanlar, çöp kutularındaki işe yarar malzemeleri toplayıp bunları, o atölyede, sanat eseri haline getiriyorlardı. ilk başta birlikte nasıl duracaklarını, kuşatma ve dışlamayla nasıl başa çıkılacağını bilmeyen insanlar olarak, sanatla birlikte dirildik, çiçek açtık, hatta kök salmaya başladık. maskelerin, çamurdan vazoların, alçıdan heykellerin, resimlerin üretildiği bu küçücük mekânda kurulan sokak tiyatromuz, kısa zamanda her yere çağırılır oldu. atölyedeki eserlerimiz, sokaklarda sergilenmeye başlandı. bir de dergi çıkarttık. yazarları ve dağıtımcıları çok olan bu derginin adını misafir koyduk. herkes, “misafirlik öldü… televizyon, şehir hayatı misafirliği öldürdü…” diyordu. biz de, sesini duyuramayan insanların, başkalarının evlerine misafir olmasını sağladık. 3000 bastığımız dergimizi, sokaklardaki güçlü ilişkilerimiz sayesinde kısa zamanda tükettik. 

atölyemiz küçücüktü ama üretkenliğiyle etkisini büyütüyordu. günde onlarca kişinin girip çıktığı, kapısı hep açık, gece bazen evsiz kalan travestilerin ve sokak çocuklarının yattığı bu atölye, aynı zamanda bir başvuru, bir kaynaşma mekânıydı. kim olursa olsun, dara düşen bize uğruyordu. önceden dışlanma nedeniyle saldırganlaşan insanlar, kendilerine ve başkalarına güvenmeyi, atölyemizde öğrendiler. sanatın ve paylaşımın gücü sayesinde, tineri ve fuhuşu bırakanlar oldu. 

ve olan oldu. tam kök salmaya başladığımız sıralarda şu meşhur komplonun içine düştüm ve baş artisti oldum. mısır çarşısı komplosu, öncelikle bizim çamurdaki gönül bahçemize, çöldeki kaynağımıza bir saldırıydı. kapısı hep açık olan, giren çıkanın belli olmadığı beyoğlu’nun orta yerindeki mekânımız bombalarla damgalanınca ve oradaki en etkin kadın, bombacı olarak sergilenince, hep tehlikelerle boğuşan insanların umutları da tuz buz oldu. zaten sürekli şiddete uğrayan ama birlikte şiddetsiz bir var oluş deneyimini geliştiren bu insanlar, atölyemize yönelik böyle bir terör saldırısında dağılmak zorunda kaldılar. ben cezaevindeyken görüşüme gelen bir travesti şöyle demişti : “bir düş ancak bu kadar sürer. bizimki uzun sürdü. hep bir şeyler olacak diyordum. hayat bu kadar iyi gidemez, diyordum. ama böylesini tahmin etmedim. ben çok şey yaşadım, herşeye alıştım sanıyordum ama bu olay kadar beni etkileyen başka bir şey hatırlamıyorum. en temiz şeyimizi kirlettiler. sanki bebeğimizi öldürdüler. ne korkunç bir hayat! sen iyi bir şey de yapsan, kirletiyorlar. kaçamıyorsun, kurtulamıyorsun. çok korktum.”

evet, bana bunları söyleyen travesti arkadaşımın çalışma ve yaşam koşulları ölümün kıyısındaydı. bir gece yarısı e5’te, ya da başka bir yerde, bıçak darbesiyle ölebilirdi ve oracıkta kalırdı. buna rağmen, travesti arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadı. sadece onlar mı? sokak sanatçıları atölyesinin en aktif çalışanları olan sokak çocukları ilk duruşmadan itibaren mahkemeye hep geldiler. bu, onlar için hiç de kolay değildi. sürekli kimvurduya giden çocuklar, tıpkı travestiler gibi en çok polisten kaçıyorlar. buna rağmen, emniyetin suçladığı bir olayda benim tanığım oldular, "pınar abla oraya tiner bile sokmazdı" dediler. ben onlara “mahkemeye gelmesinler” diye haber yolluyordum. çünkü bu nedenle cezalandırılacaklarından korkuyordum. ama beni dinlemediler. aslında sadece beni değil, atölyelerini savundular. orada yarattığımız sevginin kirletilmemesi için ellerinden geleni yaptılar. 
sevgimiz kirlenmedi ama atöylemiz dağıldı.

mısır çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. en güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. ikincisi sokak sanatçıları atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız...
peki ya benim açımdan, neler oldu? 
oyunun kuralıymış, öğrendim. eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. hayatını islami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. bir düşünce suçlusu değilsindir. barış suçlusu da ilan edilmezsin. savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.
ben de bu oyunun kurallarına takıldım. açıkçası, yaptığım araştırma nedeniyle başıma çeşitli sıkıntılar gelebileceğini, belki bu nedenle huzurunuza çıkabileceğimi tahmin ediyor ve bunu göze alıyordum. ama böyle korkunç, insanlık dışı bir komplonun içine düşeceğimi tahmin bile edemezdim. 

gözaltına alındığımda ilk önce benden, araştırmamda konuştuğum insanların ismini istediler. yıllardır suça itilen insanlarla ilgili araştırmalar yaptığımı ve hiçbirine ait bilgileri polise vermediğimi söyleyerek istediklerini yerine getirmedim. bu arada araştırmamı inceliyorlardı. sonra birdenbire araştırmam yok edilerek bombaya dönüştürüldü. araştırma yaparken militanlara yardım ettiğim, bombalarını sakladığımı iddia ettiler. yani anti militarist bir araştırmayı bombaya dönüştürdüler. işyerim sandıkları atölyede ve benim üzerimde patlayıcı bulunduğunu söyleyerek işkenceyi yoğunlaştılar. insanın kendisine yapılan işkenceyi anlatması zordur. ama sanırım, burada söylemek zorundayım: eliniz kesilince ya da ayağınız burkulunca bile neler hissettiğinizi düşünürseniz işkence altındaki bir insanın neler yaşadığını tahmin edersiniz. ben, çok yoğun ve dayanılmaz bir işkence gördüm. filistin askısından kolum çıktı, çok kötü biçimde yeniden taktılar. hemen hemen hiç uyutulmadım. “sünger gibi olacak” çığlıkları arasında beynime yapılan işkence, akıl hastanelerinde delilere yapılan “şok tedaviden” farksızdı. akıllılık-delilik meselesinde bu kadar yoğunlaşan bir kadının “şok” a uğratılması çok romansı gibi durabilir ama yaşaması güç. 

işkencenin en büyüğü ise, istediklerini yapmazsam, sokak çocuklarını ve travestileri alıp işkence yapacakları ve onları medyada teşhir edecekleri tehdidi oldu. ben de bir an önce ellerinden kurtulup sağlıklı koşullarda mücadelemi vermek için, özellikle benim çevremde olan hiç kimsenin zarar görmemesi için, sadece benim aleyhime olan, araştırma yaptığım insanlara yardım ettiğimi iddia eden ama saçmalığı aşikâr olduğu için açığa çıkacağını çok iyi bildiğim bir ifadeyi imzaladım. cezaevine getirilişimi, savcılığa çıkarılışımı hayal meyal hatırlıyorum. ama “şunların elinden kurtulayım…” duygusu hala hatırımda. çünkü bana yüklenen suçlamaların saçmalığı ortadaydı. her şeyin ortaya çıkacağından emindim. atölye benim işyerim değildi. orada bomba bulunması imkânsızdı. zaten kısa bir süre sonra, atölyede bulunduğu iddia edilen patlayıcıların, daha önce polisin elinde olduğu ortaya çıktı. ama komplocular inatçıydı. cezaevine girdikten bir ay sonra, “yakında çıkarım” diye düşünürken, televizyonda kendi görüntülerimi gördüm. senaryo büyüyordu, ben de baş oyuncusu olmuştum. mısır çarşısı patlaması bombaymış, bombalayan da pınar’mış. ekranda kendimi izlerken, boşlukta yüzer gibi olduğumu hatırlıyorum. sonra arka arkaya birçok suçlama geldi. değişik insanlardan alınan ifadeler sonucu, ben cezaevindeyken gerçekleşen mafyatik bir öldürme olayından başka patlamalara kadar, birçok suç bana yıkılmaya çalışıldı. işkence sonucu zorla ifade imzalayan insanlar, mahkemede, nasıl bir baskıya uğradıklarını anlattılar. ama bu, karmakarışık suçlamalar dizisiyle karşı karşıya kalmamı engellemedi. senaryonun en acıklı kısmı ise, itirafçılık trajedisi oldu. bu insanların, dava süresince ne hale geldiğini hepimiz izledik. bence bu sürecin en büyük mağduru onlar. 

araştırmamın yok edilmesi, bana acı verdi. ama en kötüsü yaraya el sürmeye çalışan bir tutumun bu şekilde cezalandırılması daha sonraki teşhis ve tedavi çabalarına yönelik de bir gözdağı oldu. benim şahsımda, bağımsız bir duruş arayışında olan kadınlara ve erkeklere bir işaret çakıldı. sosyologlara, sosyal bilimcilere, aktivistlere parmak sallandı. ben, bir sembol olarak seçildim. 
pekiyi nasıl direndim? nasıl savundum kendimi?

beni cezaevine götüren memurlar, ısrarla, yakında intihar edeceğimi, annemin de öleceğini söylüyorlardı. dört duvarın arasına girince, bunun ne demek olduğunu çok düşündüm. sonra arka arkaya gelişen olaylar, bu sözün arkasındaki niyeti ortaya çıkardı. ama o sıralar ben de, annem de yaşama sarıldık. o kadar çok suçlama, o kadar çok kriminal vaka içine sürüklenmiştim ki, bunların içine dalarsam boğulacaktım. ben de dalmadım. ilk mahkemede "mısır çarşısı patlaması eğer bombadan kaynaklanıyorsa bu bir insanlık suçudur. ama benim maruz kaldığım suçlamalar da bir insanlık suçudur" dedim, tüm suçlamaları reddettim ve çalışmalarımı, cezaevinde de olsa sürdürmeye çalıştım. mahkeme ve ilgili konuların psikolojik etkisi altına girmeden yaşamayı başardım. 

iki buçuk sene kadın koğuşunda kalmak, nasıl anlatılır bilmiyorum. kendimle çok yüzleştiğimi, ihtiyaçlarımın, yapmak istediklerimin billurlaştığını; düşünsel ve duygusal bir karmaşa ve sadeleşmeyi birlikte yaşadığımı hatırlıyorum. 
cezaevinde geçen 2,5 seneyi bir kazanıma dönüştürdüm. orada yazdıklarımın çoğunu dışarıya çıkaramasam da, hatta akıbetlerini bilmesem de, yazmak beni biriktirdi, güçlendirdi. geçmişte birçok filozofun, fikir insanının yaşadığı acıları biliyorum. bazen doğrular için lanetlenmek durumunda kalıyor insan. ve hakikat aşkına, bunu göze alabiliyor. 

sayın mahkeme heyeti, ilk duruşmalarda, kendimi ortaçağ’da cadı diye yakılan kadınlarla özdeşleştirdiğimi hatırlar. ama şiddet karşıtı olan, hayatını şiddete, militarizme ve tüm savaşlara karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılması korkunç bir şey. en kötüsü de medyatik bir insan oldum çıktım. insanın, sürekli kendini anlatmak durumunda kalması, özgürlüğü, özgünlüğü, hakikatle kurulan ilişkiyi bozar. benim açımdan da böyle bir bozulma oldu maalesef…
cezaevinden çıktıktan sonra, suçluluk psikolojisiyle, “uslu kız” görüntüsü veren bir role bürünmedim. bu davanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. tahliye edilir edilmez, cezaevi kapısında, barış için mücadele edeceğimi söyledim. madem ki küçücük bir barış çabam böyle cezalandırılmıştı; o halde, bu çabayı büyütmem, her şeyden önce, kendime saygı açısından gerekliydi. 

yaşamıma, başıma bu komplo gelmeden önceki arayışlarım yön verdi. bu sefer, üzerime dolaylı ya da doğrudan tehditlerle geldiler. şimdiye kadar hakkımda iddia ettikleri tüm suçlamaların saçmalığı, huzurunuzda ortaya çıkınca, beni bir şekilde mahkûm etme tutkusu devam etti. milliyet gazetesindeki asparagas haberin, büyük bir acz içinde, dosyaya konması bunun son örneğidir. oysa aynı gazetede, haberin geçersizliğini ortaya koyan ve gözden kaçtığı için, genel yayın yönetmenin dahi özür dilediği geniş bir yazı çıkmıştı. bu tür haberlerin nasıl yapıldığını siz benden iyi biliyorsunuz. gazete yönetiminin bile fark edip özür dilediği bu haberin hemen dosyaya girmesi, beceriksizlikle sürdürülmeye çalışılan bir komployu gözler önüne seriyor.

ama ben, her şeye rağmen, mısır çarşısı komplosuna yenilmedim. sırrım sevgiydi. başta ailem, sonsuz bir güven ve emekle hep yanımda oldu. babam, ilk günden itibaren, elinde piposuyla, dedektif gibi çalıştı. kendi kızını ameliyat etmek zorunda olan cerrahların yaşadığı sıkıntının, onda da olduğunu tahmin ediyorum ama bunu hiç belli etmedi. elini hep omuzumda hissettim. annem, bir cumhuriyet kadınıydı ve en çok da bu yüzden başıma gelenlerden çok fazla etkilendi. daha önce telefon konuşmalarını dinledikleri için öleceğini söyledikleri annem, ağır kalp hastası olmasına rağmen, kızına yönelik bu korkunç saldırıya karşı kendini siper etti. kapı kapı dolaştı ve toplumla cezaevindeki kızı arasında bir köprü oldu. ama tahliyemden sonra kalbine yenik düştü. fakat son mütalayı duymadığı için, acıyla değil, adalet duygusuyla aramızdan ayrıldı. nitelikli bir işletmeci olan kardeşim ise benim için hayatını değiştirdi. mısır çarşısı suçlamasını duyar duymaz cezaevine geldi ve “ben senin hukuk mücadelenin içinde olacağım. avukatın olacağım” dedi. gerçekten de başarılı olduğu işini bıraktı, üniversite sınavlarına girdi, kazandığı hukuk fakültesini bitirdi ve avukatım oldu. sevginin gücü, en büyük zorluklar karşısında bile, insanı dirençli kılar. ben bu direnci, özellikle ailem sayesinde korudum. sadece ailem mi? babam, verdiği hukuk mücadelesinde hiç yalnız kalmadı. 7 yıldır savunmamı yapan hukukçular, büyük bir fedakarlıkla bu komployla boğuştular ve benim hukuka olan inancımın canlı kalmasını sağladılar. diğer yandan, başta kadın arkadaşlarım olmak üzere, çevremde bir kenetlenmeyi sürekli hissettim. öyle bir dayanışmaya tanık oldum ki, insana dair umudum hep diri kaldı. hocalarım, mahkemeye benimle ilgili görüşlerini yazdılar. son duruşmadan sonra, başta türkiye'nin en önemli sanatçı ve düşün insanları olmak üzere, binlerce kişi “pınar selek’in şiddet karşıtı olduğuna tanığız” diye açıklamalar yaptılar.
sekiz yıl boyunca ayakta kalmamı sağlayan aileme, hukukçulara, dostlarıma, kadınlara ve tüm dürüst insanlara teşekkür ederim.

ben kendimi korudum, kuşatmaya, lanetlenmeye karşı varlığımı savundum. bu komplo beni zayıf düşürmedi ama ülkemiz açısından, tarihin tekerrürüne hizmet etti. elimden alınan araştırma, tüm eksikleriyle birlikte, yaşadığımız sorunları, milli güvenlik siyasetinin dışında bir bakışla analiz etmenin yollarını arıyordu. yanlışlık ya da doğruluk ayrı meseledir. ama bir olgu eğer gerçekse, önemli olan bu gerçekliği derinlikli tanımlamaktır. "herşey apaçık olsaydı, bilime gerek kalmazdı" sözü hiç unutulmamalıdır.. ilk bakışta gördüğümüz bir elmanın düşüşü, bilimsel açıdan baktığızda, bize ağacın kökünden, rüzgara, toprağa kadar bir çok gerçekliğe işaret eder. son yirmi yıldır yaşadığımız şiddet ortamını da böyle ele almak zorundayız. sorunları aşmak, onların anlaşılmasına bağlıdır, anlaşılması için ise araştırmak gerekir. ben, iyi niyetli en küçük bir çabayla bile iyileşeceğimize inanıyorum. ama bitiremiyoruz. ve suyun kirlenmesini, havasız kalışımızı sadece izliyoruz.

6- 7 eylül olayları hala aklımızda... suç komünistlere atıldı, ülkenin her tarafında komünist tevkifatlar yapıldı. aziz nesin bile bu nedenle tutuklandı. bu vahşetin o zamanki siyasal iktidar tarafından organize edildiği yassıada mahkemelerinde anlaşıldı. hatta bombayı atanın, oktay engin adında bir mit mensubu olduğu söylendi. ama ne oldu? solcular bir dönem susturuldular ve kendilerini savunmak durumunda bırakıldılar. 

hep öyle oldu. muhalefet, hesap sormasın diye sürekli asılsız suçlamalarla damgalandı ve hesap vermek zorunda bırakıldı. orhan veli’nin dediği gibi: 

açlıktan bahsediyorsun
demek bütün binaları yakan sensin
istanbul’dakileri sen
ankara’dakileri sen
sen ne domuzsun sen...

saygılarımla... 
pinar selek

11 Haziran 2014 Çarşamba

HIHI TABİ DORU DİYON SENDE HAKLISIN HARBİDEN ÖYLE EVET DİMİ YA HEP BEN HİÇ SEN YAPARMISIN EVET HAYAT KENDİNİ DÜŞÜNÜNCE MÜTHİŞ AMA ASLINDA PEKİ KONUŞACAĞIM PEKİ SEN BANA TAMAM ZAMANINI SÖYLE TAMAM ÖZÜR HIHI TABİ DORU DİYOSUN HAKLISIN TABİ EVET YA NASIL GÖREMEDİM ÖZÜR DİLERİM EVET KESİNLİKLE ÖYLE OLMALI SENİN YANLIŞ OLDUĞUN BİR DÜNYA DÜŞÜNEMİYORUM ABARTTIM MI ÖZÜR DİLERİM NE DİYEYİM HAH ANLADIM SENİN HAKLI OLMADIĞIN BİR DÜNYA DÜŞÜNEBİLİYORUM AMA ÇİRKİN TAMAM ANLADIM SÜPERMİŞ.YA ÖLE DEME PEKİ DE PEKİ DEMELİSİN PEKİ PEKİ EN DOĞRUSU DEMEN HATTA ŞAHANEYMİŞ.

10 Haziran 2014 Salı

Bayrak, Lice, Falan, Filan...

Bir süredir Lice'de bölge halkı devletin kolluk güçlerine karşı direniş içindelerdi.
Olayın sebebi Lice özelinde tüm bölge de inşaa edilmek istenen karakollar, kalekollar her ne zıkkımsa onlardı işte..
Halk bu karakolların yapılmasını istemiyor.
Neden istemiyor.
Çünkü uzun yıllar boyunca bölgede ki karakollarda insanlara türlü türlü işkenceler edildi.
Evlerinden alınıp karakollara götürülen insanların izlerine on yıllarca rastlanmadı.
Sonra bir gün baktık ki bölge de ki bir çok toplu mezarda kürt halkının gençlerinin çocuklarının kadınlarının kemikleri cesetleri bulundu.
Diyarbakır'daki insan hakları insiyatiflerinin çıkardığı Türkiye toplu mezar haritasına bakmanız kafidir.
Bir ülkenin toplu mezar haritası olmasına mı yoksa bu mezarların tamamının kürt coğrafyasına sığışmasına mı daha çok üzülmeli bilemiyorum.
Ama tabi bildiğim bişey var ki; susacak değiliz. Kürt, türk, alevi, ermeni,transeksüel, beşiktaş taraftarı...
Ezilen, hakkı yenen tüm kitlelerin derdi bizim derdimiz olacak. her toplumsal başkaldırı noktasında her sistem eleştirisi yapan insiyatifin yanında olacağızdır. Bu, insan olmanın onurudur.
Konuya ve neden halkın karakol istemediğine dönecek olursak eğer;devlet işgalci bir güç gibi gidip bu bölgeye kurduğu bu karakolları bir işkencehaneye bir ölüm odasına çevirmişti.
Ruhlarında kalplerinde bu çirkin ayıpları taşıyan ve unutmayan bölge halkı,karakollara karşı durdu. İstemedi.
Oğlunu bu karakollarda işkenceler ile öldüren devletin aba altından sopa göstermek amacı ile diktiği bu karakola taş atan direnen anaya terörist demek en kolayı.
Halbu ki baksak devlet aynı devlet.Zorba. Havaalanına Sabiha Gökçen, 3. Köprüye Yavuz'un adını veren devlet bu işte.
Ama biz dert bizimken nasıl dirençli ve kızgın oluyorsak dert başkasındayken de o kadar vurdumduymaz oluyoruz.
Yıllardır yaptığımız bu. Her sistemi, devleti, ve devletin baskıcı faşist diktasını eleştiren kürde terörist dedik. .
 Çocuk kaçırıyorlarmış diye yaygara koparan abilerimizin çocuklar ile ilgili hassasiyetini bu günde tarihte de gördük. Cizre de 6 yaşında evinde oturan çocuğun kafasında patlayan biber gazı kapsulünde gördük... Çocuk falan demeyiz o bayrağı indirene gösterecez gününü derken ki pis suratında gördük... Gördük kere gördük. Ceylan'da.Uğur Kaymaz'da,Roboski'de en yenisi  de Berkin'de gördük.

Lice'de çatışmalar devam ediyor insanlar ölüyor.
Ve kaç gündür bu olanlara uzak kalıp ses çıkarmayan hatta bir taraftan da orada ki polisi askeri alttan alta gazlayan fikir sahipleri mutlu mu acaba en çok bunu merak ediyorum?
2 kişi öldü bir bayrak indi.
Mutlumusunuz şimdi. Yüzyıllardır süregelen bir derdin çözümü için uğraş veren iyisi kötüsü günahı sevabı ile çabalayan insanların emeğine gayretine de mi yazık değil. Ölen bunca zamandır yaralanan bir sürü çocuğumuzun kanındanda mı utanmıyosunuz. Siz kanla beslenen bölücü faşistler... Siz ki doğudaki her olayda polise öldür kır parçala daha sert diye alkış tutan köpekler... Siz ki aman iki apo posteri görsek de analarını sikmek için şu piçlerin bahanemiz olsa diyen beş para etmez müsveddeler... Sizin erkekliğiniz vatanseverliğiniz yerin dibine batsın. İki gün önce "Kahraman asker o bez parçasını indirdi" diye bir halkın kutsalına dil uzatan sen ne oldu da bu gün kendi kutsalına el uzanınca deliriyorsun.Dansöz ideolojileriniz o kadar miğde bulandırıcı ki. Siktirin gidin. İnsan olmanın ehemmiyetini kavrayamamış çapsız herifler. İnsan ölmüş iki tane. Asker kurşunu ile hemde, hala 14-15 yaşında bir çocuğun indirdiği bayrak bu kadar gündem olabiliyor. Nedir bayrak ya allah aşkına. Şehit kanları ile sulanmış populizmini bırakın bir yana. Halkların kutsalından daha çok saygı görmesi gerken bir şey varsa halkların kendileridir. Bir insanın aşkı, konuştuğu dili, cinsel yönelimi, inanç yolu ... Bunların hangisinden daha mühim ve elzsem bişeydir bayrak. Bayrak dediğin simge sembol değil mi? İsrail bayrağı yakarken dünya size güzel ama... Yada Hz. Muhammed karikatürü sebebi ile yaktığınız Danimarka bayrakları... Siz kendinize gösterilmesi gereken saygının binde birini başkasına gösteremeyen neslin evlatları... Şimdi dağılın Allah için. Ağzınızda dilinizde düşünüzde barışa dair tek bir meselesi lafı olmayan insanlar... Dağılın lütfen. Artık miğde bulandırıyorsunuz.

Saygıdeğer CHP ve eşrafının bayrak profilli,indireni indiririz temalı sığ, barıştan uzak o sözüm ona delikanlı dilleri yok mu...
Bi sikim yapamazsınız kardeşim. Yapmamalısınız da.
Sırf bu sebeple işte bu ulusalcı ve kemalist ziniyet ile AKP faşizmi arasında bir fark olmadığını savunuyoruz.
Mesnetsiz çapsız zamana karşı duramayan değerlendirmeleri omurgasız siyasetleri ile aynı yerde durmaktalar.
CHP resmi twiter sayfasından çatma kurban olayım diye bayrak fotoğrafı paylaşmış.
Halk Lice'de direnirken terörist diyen zat-ı muhterem kendisine çapulcu dendiğinde deliriyor ama.
Sen Taksim'i, Gümüşsuyu'nu Beşiktaş'ı tüm yolları kapatınca iyi de adam Lice de, Yüksekova'da senin gidip on dakika duramaycağın yerde yol kesince kötü terörist değil mi?
Halbu ki Gezi'de o içselleştirmeden populizme kurban ettiğiniz sloganlar vardı ya.
Kurtuluşun beraberlikten acıları sevinçleri ortaklaştırmaktan geçtiğini söyleyen sloganlar...
faşizme karşı omuz omuza durma martavalları...
Aslında bunları o günün konjektürel gazı ile bağırmışsınız bu gün anlıyoruz.
Al işte Lice'de devlet kaç zamandır resmi organları ile bir katliama girişiyor.
Bu günün işi değil bu.
Ceylanlar ile Uğur Kaymazlar ile başlayan Roboskilerle devam eden bir süreç...
Hani şu Gezi'de Lice de karakol yapılmasını eleştirdiği için öldürülen Medeni vardı ya...
Hatırladın mı.
İşte o gün Medeni'nin ceneazesinde cesete kimlik sormadan sahip çıksaydık devlet bu gün bu kadar kolay Lice'de katliam yapamayacaktı.
Ama biz o kadar atıp tutan biz hala cesete dil din ırk sorar haldeyiz.
2 kişi öldü beyler bayanlar...
2 adet can Lice'de kurşunlar ile öldü. Biber gazı ile ölmek ile kurşunla ölmek arasında ne fark vardır biliyormusunuz?
Evet ikisi de ölümdür ikisinde de nefret aynıdır lakin birinde ki rahatlığı ve pervasızlığı diğerindeki ile kıyaslayamazsınız.
Ve devlet konu alevi ermeni kürt olduğunda nasıl olsa hesap soran kimse yok diye bu kadar rahat. Ve ey CHP senin bunda ki payın herkesten fazla.

Sonuç olarak olayın hazin bir çok tarafı var. Kimse burdan yapılan hareketi desteklediğimi doğru bulduğumu çıkarmasın. Süreç süreç süreç diye diye insanların tüyü bitti. Ama şu da bir realite ki önümüzde duruyor. Bu topraklara bu topraklardan çok daha büyük bir coğrafyayı ilgilendiren bir barış gelmeli ve gelecek de. Herkesin üzerine düşeni yapması sağduyulu ve anlayışlı olması gerekmektedir. Devlet insanları sopalamaktan ötekileştirmekten vazgeçmeli. Derdimiz bu tasamız bu. Bizi dinlemeli Devlet. Karakol istemiyorsa tüm halk yapma kardeşim. AVM istemiyorsa yapmaman gerektiği gibi. Güvenlik martavalları okumayın bana sakın. Ne amaçla yapıldığının cevabını size tarih verecektir geriye gitmenize de gerek yok. Ve siz iki yüzlülük yapıp da tarihte bunca acı yokmuş gibi, bu gün bu acıları anımsayıp direnen insanları öldüren devleti protesto edenlere terörist diyorsunuz.
Sen de taksimde gümüşsuyunda teröristtin o zaman. Bu kadar mı çabuk unutyorsun ya da bu kadar mı bencilsin. Şaşırıyorum. Bu eylem asla kabul edilir bir şey değildir.
Meşrulaştırma çabası değil sadece bu eylem sebebi ile bir anda bu kadar yaygara koparılmasına gerek yok.

Bir taraftan da kürt halkı var binlerce zulme rağmen siyasi ve üst düzey kadroları ile barış ta barış demekten yorulmuş bir taraftan da bunca zulmü eden biz varız ki hala burnmuzdan kıl aldırmıyoruz.

Olmaz agalar.
Tarih bizi kötü insanlar oalrk hatırlar.
Demedi demeyin.