6 Eylül 2011 Salı

Hercümerç-



                            “Bilirsin meseleleri konuşarak halletmek iyidir  fakat ortalığı kan                                                       gölüne çevirmenin zevki de bambaşkadır”
                                                                       
                                                          Korkma Ben Varım (Murat Menteş)






            Akdeniz’in güzel gözlerine çekilmiş kalemdir Mersin.
            Bomboş bir kağıda cetvel yardımı ile düz bir çizgi çekin işte tam öyledir.
            Dağların denize paralelliğinden çok yakınlığı şaşırtır ilk gören insanı. Deniz ve dağların belki de dünya coğrafyasında birbirine en uyum içinde geçindikleri yer burasıdır. Yukarıdan baktığınızda ayaklarını denize sarkıtmış, güzel bir kadın gibi görünür gözünüze. Portakal ağaçları ve palmiyeleri ile, çoğu insanın kafasında olduğundan daha Akdeniz’li bir şehirdir. Kent boyunca uzanan sahili uzun bir cümlenin sona konmuş üç noktadır. Aslında devamı her zaman vardır. Yasemin kokularının altında hamak da uyumak siz gibiler için tatil planları içinde geçse de bizim rutinimiz böyledir. Limon çiçeği koksunu bilmeyiz çoğumuz, çünkü o koku toplamı ile Mersindir. O koku gelse burnuma “ aaa limon çiçeği demem ben, mersin derim”. Biraz yasemin, bir tutam da deniz tuzu isterim yanında…

            Türkiye bir rakı sofrası ise Konya ovası kavun tabağıdır.
            Türkiye bir rakı sofrası ise İstanbul beyaz peynirdir.
            Türkiye bir rakı sofrası ise Diyarbakır karpuz, Urfa çiğ köftedir.
            Türkiye bir rakı sofrası ise Adana şalgam, Karadeniz eriktir.
            Tek emin olduğum şey Türkiye bir rakı sofrası ise Mersin rakıdır.


            Ben Eren. 25 yaşındayım. Mersin’ de doğdum bu şehir de büyüdüm. Ufacık sokakları, yüksek binaları, lanet olası sıcağıyla büyüdüm. Hayatımın sadece üç yılını bu şehrin dışında geçirdim. Bir yılını askerlik için Hakkari’de, iki yılını ise İstanbul’da. Hayatımı benim kontrolüm dışına iten iki yılımı İstanbul’da yaşamıştım. İlk Harem’e indiğim günü hatırlıyorum da, sanki yıllardır görmediğim anneme kavuşmuş gibi oraya ait hissetmiştim kendimi. Sonrasında çok da hoş olmayan olaylar yaşadım. Bir şekilde döndüm geri. Ama geri dönüp geldiğim de artık ne annem vardı ne de babam. İkisi de ölmüşlerdi. Eski evimizi kapısı kilitli, perdeleri eskimiş ve kimsesiz bulmuştum. Tek katlı kendimize ait ufacık bir bahçemizin olduğu bu ev aileme mezar olmuştu. Mahalleye döndüğümden beri mahalleli bana iğrenç bir mahlukmuşum gibi bakıyordu. Ailesini öldürmüş hayırsız bir evlatmışım gibi davranıyordu. Şimdi de hiçbir şey olmamış gibi gelip ailemin evine çullanıyordum onların gözünde. Onlar da haklıydı dışarıdan tamamen böyle görünüyordu. Ama umurumda değildi.
            İlk bir hafta neredeyse zorunlu ihtiyaçlarım dışında hiç dışarı çıkmadım. Öylece yattım yatağımda. Düşündüm uzun uzun. Her tıkırtı da annem geldi sanıp uyanıyordum, babam geldi sanıp ağlıyordum. Bir hafta geçirdim böyle.
            Sonra bir gün evin bahçesindeki küçük asmanın altında oturmuş ayaklarımı da karşımda duran plastik sandalyeye uzatmış sigara içiyordum ki bahçe kapısının; kızı kanser olmuş bir kemancının son solosu gibi ince bir sesle aralandığını fark ettim. Kapıya arkam dönük olduğundan gelen kişinin yüzünü görmek için dönüp bakmaya çalışırken sessiz misafirimizin sesi duyuldu.

-          Vay amına koduğumun Eren’ine bak. Geliyor da abisine bir haber etmiyor.

            İster istemez yüzüm gülmüştü. Sesi tanımıştım ya geldiğimden beri ilk defa kendimi evimdeyim gibi hissediyordum. Güneş arkadan vuruyordu, dönüp sese baktığımda güneşten göz gözü görmüyordu. Sarıldım bir koşu. Beyaz ve tiner kokulu atletine gömdüm alnımı.          Ağlamak ne ki sol gözüm Fırat’a sağ gözüm Dicle’ye özenmişti.
            İkisinin ortası Mezopotamya’ydı.
            Dünya bir ev ise Mezopotamya yatak odasıdır.
            Karşımda duran sesin sahibi eğilip öptü alnımdan.
            Mezopotamya’ya ayak basan ilk Türk oydu artık.
            Yatak odama giren tek erkek olarak kalacaktı.
            Sersemlemiştim. İlk defa nicedir tanıdığım bir şeye tanık oluyordum.
            Sendeledim gerisin geri, ses beni bir sandalyeye oturttu. Bir süre sürmedi kendime geldim. Gözümü açtığımda sesin artık bir burnu iki gözü ve bir ağzı vardı. Turan Abi dedim. Ağlıyorum mu gülüyorum mu anlamasını beklemiyordum. Çünkü ne yaptığımı bende bilmiyordum. Masadaki paketten bir sigara çektim. Hemen ağzıma götürüp; elimde yanan kibrite denk getirmek için çabaladım. Gagasıyla solucan yakalamaya çalışan bir tavuğun ki gibi kafa hareketleri ile sonunda vurdum hedefi. Bir duman çektim sigaradan; artık vücudumun yüzde yetmiş sekizi su ve geri kalanı katrandı. “Eeee anlat” dedim. “Ben yokken neler yaptınız, Serkan piçi nerde, Veysel falan ne yapıyorlar.”

 Sakin olmamı söyledi.
Her şeyin bir sırası var hele nefeslen bir evlat dedi.
Bir süre susup onu izledim.
Artık evimdeydim.
Aceleye gerek yoktu. Zamanım çoktu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder