25 Kasım 2014 Salı

Hü ile ilgili kesin bir sonuç

Hü’yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün
Size bir gün mutlaka Hü’yü anlatmalıyım
...

Telefonda canın sıkkın gibiydi belki seni biraz güldürür dedim. Bir edebiyat heveslisi, yampiri bir şair bozuntusunun hediyesi bu kadarcık oluyor. Bir kaç kelime… Ama sen böyle bakma olaya. Binlerce hatta milyonlarca ses var dünya da. Harf, ses, miyav, bir ağacın kırılışı, taşın suda sekişi, daha yeni duydun, gördün hatta, uzak bir yerdi; hatta bazen altı kez sekişi…  Benim aklım hala o fotoğrafta ama. Binlerce ses bu sesleri tanımlayan kelimeler harfler… Bir kaç kelime denen o hediyelerde ki o bir kaç kelime işte, milyarlarca ses arasından sana seçilmiş olanlar.Uğraş,çaba… Romantizmi bozmak istemem ama sosyalistler değeri emekle bir tutarlar. Hem unutma senin güneyli sosyalist bir şair sevgilin var. Biraz da bozuk ağzı…
Bunlar hep di'li geçmiş zaman, temennimiz şudur ki gelecek tede kendin tekrar edip dursun.
Biliyorsun hayat tereddütden  aşk tekerrürden ibarettir.

Sana Hü’yü anlatayım şimdi.

Öncelikle yerimiz Acıbadem. Aklında tut.
Metrobüsten çıkıp ilerlediğinde   ilk ışıklardan - köşede pastane gibi bişey var – döndüğünde sol tarafında kalan bir apartmanın bir göz odasındayız. Salon olsa gerek. Katiyen salon.

Mevsimlerden yaz. Benim içimde bir çıban var o günlerde kocaman. Şirpence. Bilirsin derdi Yavuz’u öldürmüştür. Bilmiyorsan da söleyeyim. Koca Sultan üç kıtanın efendisi Yavuz Sultan Selim çıbanın büyüğü şirpençe yüzünden ölmüştür. Heh işte o şirpençe içimde duruyordu. Kocaman. Uyuduğum zaman kalbime doğru batıyordu gün içinde kaburgalarıma… Senin derdindi tabi ki bu bahsi geçen şirpençe. Durumu özetlemek gerekirse içimde sancın kesindi. Gibi gibili muallak cümlelerin lafının geçmediği bir masa da oturuyoruz. Bu sebeple bu masada ki herkes kesin olmak durumunda. Ben sana aşığım. Ağzınla bir öp ki beni ağzımdan, bu masadaki herkese cesaret neymiş göstereyim.  Neyse bir odada sen ve ben varız. İçimdeki dert de sensin, dudaklarımda ki suda…  Ağzının içinde otuz iki adet gül tomurcuğu varmış gibi senin. Ağzındaki dişlerin beyazını nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Buz beyazından daha sivillerdi, en iyisi bu sanırsam.Pencere hafif aralık. Dışarda ara ara korna ve ambulans sesleri… Işık yok, mümkün değil olması da. Biz sevişecek kadar cesur sansak ta kendimizi yüzümüze bakamayacak kadar korkaktık aslında. İki papatyanın arasındaki mesafe nasıl sonsuzsa, halbuki koyun koyunalar, biri seviyor diğeri sevmiyor ama… Biz de uzaktık aslında o zaman birbirimize. Biz sevişirken ben bakarken sana hayran hayran o an esmer boynundan bir ışık sekip ağzıma doldu. Biliyorum şu an sana saçma geliyor ama doldu. Başka hiçbir boyundan o ışık o kadar maytaplı sekemezdi, biliyorum bunu. O ışık elçiydi. Sen Hü’dün aslında.

Biz Hü'yü bir kez görüp sonra kaybedenler...
Allah bizi ıslah etsindi.

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Ama bak böyle olmuyor Tanrım.


Seninde mi aldılar güneşini
Belli seninde dalgalarını köpürtmemiş kimseler
Aynı derten bende de var
Yok toprağıma ağlayan bir bulut kardeşliği
Sahi tanrım ne zaman ayarlayacaksın kırmızısını
Şu dalımda yeni olmuş elmaların
Ne zaman biraz tuzlayacaksın denizlerimi
Sahi tanrım ne zaman
Tanıştıracaksın benle kendini.

Onar kulaç arayla boğuluyoruz bu okyanusda
Önce ben boğuluyorum
Zaten ilk ben ölmezsem senin ölmene izin vermezdim
Tanrı birisinin canını alırken
Onu en çok sevene sormalı çünkü.
Hazırmısın?

Sen bile giderken bana sormadın halbu ki.
Hazırmısın?
Kulun yapmadığını Allah'tan beklemek gafleti
Sorsaydın vereceğim cevabı bildiğinden belki
Senin bildiğin tüm cevapları attım ben
Bildiğin tüm soruları da
Herkesin bildiği sıradan ama kocaman dertlerimi de.
Tek ricam senden
Bana egemen aşk dili ile konuşma.

10 Ağustos 2014 Pazar

Mektup

"sevgili canım,

galiba, tek çıkar yol sana durup dinlenmeden yazmak. hoş, bütün işim seni düşünmek ya. bu bok soyu alışkanlıklar, töreler, günah sevap ve ayıplar köleliği olmasa.. bütün tedirginliğimiz bundan. bundan, yüzünü hayalledikçe ağzımın açılması. şiirimdeki korkunç çırpınış, doymazlığım ve ölesiye beni terk etmeyecek hiçlik.. tanrıların beni kandırabilmelerini isterdim yahut ölümün anlamlı bir nen* olmasını. oldum olası idealist değilim. materyalist felsefe çok şeyler verdi ama doyurmuş, kandırmış değil beni. ya sen olmasaydın? büsbütün iğrenç bulacaktım evreni. saçmalamıyorum ya? seninle, yüzyılların hayvan ötesi tutukluğuna ve donan insan düşüncesine bir can, bir haysiyet verebiliriz gibime geliyor. yalansız, riyasız, çıkarsız bir haysiyet. belki ömrümüz yetmez başarmaya, hiç değilse en zekilere ve teşnelere* duyurabiliriz. şimdi birileri olsa "boş ver bu iri lafları, yaşayalım" derdi. yaşamak, burnunu, kulaklarını, gözlerini ve oralarını unutarak yaşaması mümkün mü bizim gibilerin? ben bütün bu -belki de manasız- iç sıkıntılarından senin var olduğunu hatırlayarak sıyrıllıyorum. bir pınar, bir dağ suyu gibi dinlendiriyor, kandırıyorsun. bu bakımdan gelmiş geçmiş ademoğulları içinde şüphesiz en şanslı durumdayım. nasıl kıvranıyor, gizliden gizli seviniyorum bilsen.. kimseler yaşamadı bunu diyorum. kırılmış, balta yemiş ve sesi kuyularda boğulmuş biriyim, doğru. ama seni tanıyorum. kimselerin tanıyamayacağı, belki bakıp kabataslak içinden geçireceği seni.. ne dersin, düşünmenin ilmini alıyor muyum acep? sen psikolojiyi benden iyi biliyorsun -daha doğrusu benim bir bok bildiğim yok-. bu bahiste de gene en doğru sen düşünürsün. bildiğim ve cesaretle söyleyebileceğim tek şey, abstrait* olarak "düşünce"yi bile sensiz ele alamadığımdır. düşünceyi ve evreni. hiç de dar bir görüş değil bu. aksine ufkum, dehşetli genişliyor. bilmem bu halime ne dersin dostum?

sağlığına, kocandan memnun olmana çok seviniyorum lakin tembelliğine ve bana çok geç yazmana gitgite içerliyorum ha. sana kızılmaz oysa. kırılınmaz. belki de kırgınlığım kendime. seni ve çevreni rahatsız edeceğimi aklıma getirmeden, paldur küldür mektup yazışım bir intihardır belki de. ödüm kopuyor leyla. seni kırarım, üzerim yahut bunlara sebep olurum diye. ben ki dünyada -gelmiş geçmiş- üç beş kişiden gayrısına saygı duymadım. "dost- dost diye hayaline daldığım - dost ise çevirmiş yüzünü benden - hani dost uğrunca can baş verenler? - evvel kekitmezdi* gözünü benden.", müthiş bir türkü. şairi* de çok çekmiş anlaşılan. bak, yaşamış, dövüşmüş, yenilmiş, kelle vermiş gitmişler. türküleri kalmış. bizler insan olalım, sevişelim, kötülüklerin kökünü kurutalım diye, kalmış türküler.

sana mutlaka geleceğim. ne bok yerse yesin kötüler, sana mutlaka geleceğim. pusuda fırsat kolluyorum şimdi.bir an bile yalnız, sıkıntılı kalmana dayanamam. palavra tabiriyle şerefli, gerçek anlamıyla yegane zevkli ve vazgeçemeyeceğim bir duyu bu. buna da "ne dersin?" diyeceğim.

oturup yazsana bana. boş vaktin çok. yazmaktan sıkılıyorsan, telefonunu ver de konuşur sorarım hiç değilse. hem "ne yaparsan yap, istersen küfret ama senin için aklıma bile getiremeyeceğim şeyleri düşünme" diyorsun, hem de ayda yılda bir mektubu reva görmüyorsun ahmet kuluna. bir zaman "bu merhamet" diye dellendim. sonra sana bunu yakıştırmanın namussuzluk olacağını düşünerek tiksindim bu duyudan. sahiden bazı çok eşekçe ihtimaller geçirmişim aklımdan. affet canım. senden daha mert ve daha erkek kim geldi ki bu dünyaya. uzaklıktan, ayrılıktan ve kötü günlerimin çokluğundan, anlaşılan. affet e mi? içimde tutamam, senin hakkında acı bir düşüncem olursa. söylemesem sana zehirlenirim. iyi ve güzel düşünleri de. zaten, senden gayrı güzel düşün olur mu ki?

...ne dost, ne güzel, ne ölünecek kızsın be. bu bok hengamede, bu delier, aptallar, eşekzadeler ve kısırlıklara rağmen sen varsın. sen yaşıyorsun. veyl* onlara ki seni tanımadan göçüp gitmişler. veyl, hala da tanımayanlara.

gözlerinden öperim canım. hemen yaz."

8 Ağustos 2014 Cuma

"Eyleme giderken yanına talcidli su almayı unutma"



Beyaz bir kadının ince ve uzun boynunda parlayan gerdanlık gibi ışıldıyordu deniz sahil boyunca.
Güzelliğin karşısında çaresiz kalan tabiat bile rüzgarları ile dokunuyoru lepiska saçlarına.
Saçın savruldu mu etin görünüyordu ve omuzlarına dalgalardan köpüpcükler düşüyordu
Suyu akıyor, tuzu kalıyordu omuzlarında.
Tahta bir taburenin üzerinde oturmuş yeşil üzerine turuncu tonlarda ki işlemelerle dolu eteğini kıvırıp altına alyordun.
Terliklerinden dışarı taşmış ayakların kumlara değerken sahil sarısının içinde eriyip gidiyorlardı.
Ne kadar saçma bulsam da ayaklarını sevmediğini biliyordum.

"Ayakların çok güzel Aysel"
"Aşık adamın gözü gerçekten kör oluyormuş demek"
Tonlamsının ihtiyacı olan ünlemi sigarasından aldığı bir nefesle koyuyordu.
"Aşık olmayanında kalbi sağır"
Çengelini alt çenesine sapladığım balığı oltadan kurtarıp su dolu beyaz kutunun içine bırakıyordum.
"Aşık adamında kulakları herhalde"
Birasından öyle br yudum aldı ki, tüm iç organları sular altında kaldı.
"Efendim"
Üç gündür aç olan Pitbulllarla dolu bir kafeste acaba sonum ne olacak diye düşünüyordum. Halbu ki gerçekte cevabı biliyordum.
"Seni seviyorum ama aşık olabileceğim başkaları var."
Ayaklarının altında duran kum ayaklarını yakmış olacak ki sigarayı tam kalbinde söndürüyordu altın tozu kumların.

Verecek bir cevabım yoktu, ama bir cevaba ihitiyacım vardı. Bulamadım ve sustuk bir müddet.

Bir damla ter edepsiz bir güzergah ile boynunun bittiği yerinden memelerinin arasına doğru meylediyordu.
Ağlamaklı olmuş gözleri sel altında kalan eski bir imparatorluk gibi görünüyorlardı.
Dudaklarının kenarında içiçe parantezler vardı sanki,hüzün çizgileri yurt edinmişti ağzının kenarını.
O böyle sustukça kulaklarım uğulduyordu.Bana bakmıyordu.Hiç.
Elinde bir tahta ve misinanın ucuna tutturulmuş bir çengel...
Bir yudum biramızdan alıp bir yandan belki oltamıza balık vurur diye bekliyorduk.
Bir gözüm hep onun üzerindeydi, şansımızda fena değildi...
Ayrılıyorduk fakat beyaz kutuların içinde balıklar kımıldaşıyordu...
Hayat biryerden alıp başka bir yerden veriyordu.

"Aysel sana bir şiir okuyoabilirmiyim?
Denize o kadar yakındık ki dalgaların sesini bastırabilmek için bağırarak konuşmam gerekiyordu.Mersin'i seviyordu
m

"Oku tabi."
Aysel şiirleri hep sevmiştir.


"vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
vaktinde anlamanın sevinci mi
ya da biraz geç kalmanın
o gereksiz tedirginliği mi
hangisi

ama belli ki sonundayız herşeyin
en sonunda."

"Kimin?"
Merak duygusu ile bastırıyordu hissettiği tüm diğer duyguları.
"Edip Cansever"
"Herkes aynı şeyleri yaşıyormuş demek"
Hep çok bilmişti.
"Ama Allah herkese aynı sabrı vermemiş. İşte bu adaletsiz olan"
Hala yalvarıyordum.
"Duygular ormanlarda gezinen söz dinlemez aslanlar değildir ama, evin içinde beslenene eğitilebilen köpeklerdir."
Aslında bir bok bilmiyordu.
Bir bardağa şekil verip avucuyla, denizin üzerinde parçalıyordu. Denizin altını cam kırıklıkları ile dolduruyordu.
"Olmuyor işte.Kaybettiğin şeyin acısı onu kazanmak için verdiğin emekle artıyor ama."
"Neyse kouşmayalım bunları. Artık verilen kararı sorgulamak yerine ona alışmalıyız."
"Senden tek bir isteğim var o zaman. Son bir istek"
Suratım yuva isteyen bir petshop hayvanı gibiydi.Yalvarıyordum.
"Tamam"
Hiç birkız kendine kafes içinde miyavlayan yavru kediye kaşı koyamamıştır.
"Söyle neymiş son isteğin"
Bir nefes aldım sigaramdan.
"Eyleme giderken yanına talcidli su almayı unutma"

Sonra kocaman bir dalga gelip tüm sahili yutuyordu.
Biz ayrılırken bile sevdiği kadının gözü yaşarmasın isteyenlerdendik.
Memleket meselesi ağır basıyordu.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

“l’amour est a reinventer.

*Alakasız ve sarhoş kelimeler içerir.


şu an ne yapıyorum biliyormusun.
Bonk.
(Bizde hayat okunduğu gibi yazılır.)

Seni bana bağlayan ilmikleri müthiş çözüyorsun.
Başka bir yerdesin, beni dediğin kadar çok seviyorsun.
Bilhassa kalabalıklarda
Başbaşa nasılsak öyle seviyorsun.Muntazam.!
Başım dönüyor mesela şu an
Midem bulanıyor hafif.
Sonra esmer etin bir telefon kulübesinin yanında
Ençok buradan tanıyorum seni
Yoksa çok uzaktasın.
Senmisin o bile belli değil.
Ben garip hissediyorum kendimi.
Bunun şiiri olmaz.

Şimdi ben sırf bu sebeple seni geçiyorum.
Senin şiirin olmaz.

Sonra bir başka dünyadayız
Size bu dünyayı diyeyim biraz
Öncelikle lütfen damarlarımı biraz morfinle ovalamama izin verin
Çünkü başka türlü ben
Ben sizi görünce nasıl desem
Çiviler var. Bir sürü çivi. Biliyormusunuz.
Susuz yutuyorum hepsini.

En iyi şiir
Yazılırken en çok sigara içilendir.

Beni sevmeyin hiç lütfen gidip Sophia'yı sevin
Sophianın sakallarını ve ensesine düşen saçlarını
Sevin dudaklarının kenarlarını
Sophia Olga'nın en büyük erkek rakibi.

Beni öpmeyin Allah vermesin ıssırırım
Hrrr
Yeni bir dünyadayız ben burda size inanmıyorum
Bu dünyada mesela gamzeleriniz bile
Nasıl desem gamzeleriniz eskiden
Toprakta düğüm gibi duran papatyaydı
Bu dünyada gamzeleriniz bile güzel değil.
Belki de ben bana açmayan çiçekleri görmüyorum
Ama o çiçeklerin bana açmaması nasıl desem
Güzel değil.

Beraber olamadık beraber ölelim

Ben sana üç kez aşık oldum
Tanrı beni üç kez affetsin.
İcabında ben çünkü
Sana hafif kesik olduğumdan
Hani şu yukarıda anlattığım çivili mevzu
Hani bilirsin mesela herkesin yanında
Kalbalık herkes. Olmaması gerekenler.
Bir sürü adam diyorum allah için açma şu saçlarını
Giderken kapıda sana bir sarılırdım.
Sen bunları hep biliyordun
Sahi zaman unuttun.

Demirtaş'a oy vermeyen beni öpmesin.

Şimdi mevsim sarı,
Bir şarkı kendini tekrar ediyor kendini
Rahledenin etinde toprak rengini taklit etmesi gibi
Sesinde bir şelalenin döküldüğü yeri
Nefesinde lavanta bahçelerini
Boynunda,biliyorsun oraların hep şeker.
Aynı bunlar gibi işte bir şarkıda kendini taklit ediyordu
"Sen bana yar olmazsın yüzüme gülme gayri"
Diyordu
Ben sigaramdan bir duman alıyordum.
Seni öpüp çaydan bir yudum üstüne
Kıtlamanın mantığını şimdi anlıyordum.

Ben senden vazgeçtim.
Stop.

1 Ağustos 2014 Cuma

Yeni konumuz Alevi-Kürt. Hayırlı olsun.

Dün Çayan Mahallesi'nde bir çatışma meydana geldi ve bir çocuk öldü. Aynı Berkin gibi bir çocuk aynı Berkin gibi öldü. Ve bunun sebebi bir süredir mahallede halihazırda devam eden
siyasal gerilim. Kürt hareketi ve Cephe arasındaki bu çirkin hesaplaşmanın geldiği nokta bu. Tamda kendimizi anlatmak halka marjinal kalmaktan kurtulup halk ile hemdert olmaktan yana kullanmışken irademizi,
geldiğimiz noktada hala insanları ürkütüyoruz. Bravo bize. Ama onlar bize saldırdı gibi saçma ve kolaycı yaklaşımların hepsini reddetip bu olayın taraflarından hesap somalıyız. Berkin için günah keçimiz hazırdı, hesap sordunuz. Şimdi İbrahim'in hesabını verirkende sizden aynı devrimci ahlak ve ilkesel duruşu bekliyoruz. Siz şimdi sınanıyorsunuz. CHP'nin aleviler üzerinde ki giyotini mi Cephe değil mi şimdi anlayacağız biz. Ahlakçı ve toplum hayatına müdahil olarak yeni bir yaşamı dayatma temelli hareketiniz ne kadar evrilecek. .Kürt hareketi kendi üstünde taşıdığı, her sabah beraber uyandığı milliyetçi bir hareket olduğu dayatmasından sıyrılıp milliyetçi olmadığına halkı nasıl inandıracak. Sadece kürt sorunu ile mi uğraşan bir siyasal iradesiniz yoksa aleviden lgbti sine kadar gerçekten her toplumsal alanda varmısınız. Ve burdaki durşunuz gerçekten olgunlaşmış bir duruş mu yoksa hala kaşındığında kanayacak bir yaranız var mı, göreceğiz.
Cephe tarafından da Kürt Hareketi tarafından da gelen tepkiler olayı gün geçtikçe daha çirkin bir hale sokuyor.
Öncelikle siyasi tercihini HDP'den yana kullanan bir alevi vatandaş olduğumu söyleyeyim. Yanı sıra heteroseksüel bir erkeğim ama homofobik de değilim. Beşiktaşlıyım.
Ne gerek var bu kadar bilgiye demeyin asıl kafamdaki sorun tam da bu. Bu kadar kimlik beni tanımlamak için az bile.
Ben böyle hissederken kendini sadece sosyalist, alevi, komunist, kürt gibi kimliklerin bir tanesi ile tanımlayan
ve bunu yaparken de ilgili kimliğin kendisini bütünüyle ifade ettiğine inanan insanlar var. Şaşıyorum. Bu kapalı ve muhafazakar tavır bir siyasi tercihtir ama devrimci bir duruş değildir. Devrim kelimesini de yenilemek gerek belki de. Bu gün HDP'ye yapılan sol görüş içindeki eleştri sosyalist olmadığı yönündedir. Çoğu konuda haklı da olabilirler ve tam da bu eleştirdikleri sebep sayesinde kazanacağız. HDP bir ütopyanın rasyonelleşmesi için sergilenen tavırdır. Bu sebeple kucaklayıcı ve tek kimlikli bir hal değildir. Bir demokrasi pratiğinin önerisidir. En azından ben bu sebeple oy veriyorum. Benim derdim yeni bir rejim kurabilir miyiz ile ilgili. Ama buna inanırken de gözümüzün önünde yanlış olana da sessiz kalcak değiliz.

Şimdi Cephe'nin bölgede şöyle bir iddası var. Kısaca ahlakçı despotizmi şiar edinmiş bir sosyalist düzen. Çorba bir şey. Benim kafamın almadığı çarpık bir sistem önerisi. Bu sebeple Cephe kötüdür demek değil bu. Tam tersine tartışalım forumlarda kongrelerde bir araya gelelim. Ben mesela bir aleviyim ve cepheyi itici buluyorum. Burda Cephenin hiç mi kendine soru sorması gerekmez. Fuhuş yapanları dövmeniz akıllara recm getiriyor, demokrasiyi değil. Yahut devleti eleştirip aynı zamanda bölgede otoriterleşip kendi milisleri ile toplum hayatını dizaynına soyunmak nedir. Derhal vazgeçilmesi gereken bir tutumdur. Bunda benim açımdan bir şüphe yoktur. Elastiki olmayan hiç bir yönetim sisteminin geçerli kalamayacağı bir dönemde hala bir egemen sınıfın baskıcı tutumunu alkışlayacak halimiz yok. Buraya kadar ve burda deşmeyeceğimiz yüzlerce yanlış, siyasi hata barındıran bir hareket Cephe.

Kürt hareketi ise Cephe'den çok farksız sayılmaz gözümde. Vaadettikleri daha benim açımdan kabul edilir ve hatta çoğu konuda özlemi duyulan istekler olmuş olsa da bunu Halk pratiğine dökmek için seçtikleri yolların meşrutiyeti büyük bir soru işaretidir. PKK denen yapı sadece devlet ile bir savaş yürütmemiş bölge de ki diğer siyasi kamplar ile de teorik ve çoğu zaman silahlı çatışmalar yürütmüştür. 1993'deki Dersim olayı hala durmaktadır. Bunun gibi bir sürü örnek vardır. Yalnız kürt hareketinni savunmaları o günden bu güne pek değişmemiş görünüşe göre. Onlar başlattıdan öteye gitmeyen eleştiriler kürt hareketine de türkiye sosyalist hareketine de bişey kazandırmaz. Fikirler onları uygulayacak kadrolarla mümkün hale gelirler. Pratikte çok çabuk şiddete evrilen hareketler halkı ikna konusunda zorlanıyorlar ve bu konuda halkı eleştirmek de en kolayı gibi duruyor. Aleviler katiline aşık argümanınız mesela tatava yapma bas geç kadar sığ ve çirkin. Kendini konumlandırmakta zorlanana acıları olan ve inançları uğruna kendi içlerinde acılarını yaşayıp hayata müdahil olmak isteyen kalabalık bir halktan bahsediyoruz. Size gösterilen saygıyı başkanlar düzeyinde değil hareket düzeyinde de cevaplamanız gerekmektedir. Bir kişinin bile mum söndü lafı mide bulandırır. Acılarınız varsa alınganlaşırsınız. Bu olaylar patlak verdikten hemen sonra üst düzey ve daha herkese duyrualcak düzeyde çağrılar yapılabilirdi. Hemen sükunet sağlanabilirdi. Lakin bu iki hareket de şiddet içeren hareketler oldukları için çok kolay parlayabiliyorlar. Kürt hareketinin çabasını uğraşını tabi ki görüyorum ve tabi ki bu konuda onları eleştirriken daha da düzelsinler istediğimden eleştiriyorum. Hep beraber yeni bir hayat formu üzerine tartışırken bu saçma çekişmelerden uzak durmalı. Çirkin duruyor. Devrimci ahlaka yakışmayacak akdar rant kokuyor kazanma daha kötüsü kazanırken sindirme hissi varmış gibi duruyor. Yakışmıyor. Grup Yorum ile Aynır Doğan'ın beraber bakırköy meydanında söyledikleri türküye bakın.

Halay bize kırmızı size yakışıyor.

29 Temmuz 2014 Salı

Kapitalizm tokattır güzel kokulum


...
"ama yazgısını yıldızlı çokomel kağıtları gibi,
tırnaklarıyla düzeltemiyor insan."
                                      Didem Madak
...
"ona kötü bir şey olsun istedim
bana aşık olsun istedim"
                                         Lale Müldür
...
"beni ya sevmeli ya öldürmeli"
                                              Gülten Akın


Şimdi senle ben başka bir yalnızız
Bardakların içine bir tırnak fesleğen bırakıyorum yalnızlıktan
Sağdan sola yukarıdan aşşağıya yalnız
Seni bir kırmızı karanfil öksürüyor
Göğsünden ağzına doğru
Parça parça,derinden ve hırıltılı
Sen bir kasımpatığının kendini kaşıdığısın
Ben bunlara inanıyorum işte
Olmayan şeylere inanıyorum
Kendi dünyamın ilk zenci kraliçesi gibi
İnanıp duruyorum beyazların mutlu olduğuna
Çünkü biliyorum.bir kitapta okumuştum
Aklı başında olmak da başka bir günahtır

Ben kendim razıyım çalıların gölgesine
Dikenlerine saçlarının takıldığı çalılar.
Onlar ki ne şanslılar.
Oturup bir iki şiir çitlerim sırtlarında.
Kabuklarını gömerim toprağa.
Yüzyıllar sonra belki şiir verir toprak
Sen bir begonyanın çamurda kendini kıvırdığısın ya ona güveniyorum.
Yoksa ağaç dediğin dökebilir de yaprak.

Sabah güneşi ayakuçlarımı ilk kaşıdığında
Saat henüz yedi olmamıştı
Ben bir rüya görüyordum.
Rüyamda turkuaz bir eşarp örtüyordun omuzbaşlarına
Deniz kenarındaydın.
Esmerliğini manzaraya teyelliyordun
Ben o kadar uzaktım ki sana sesimi duyuramıyordum.
Berbattı.
İşte sonra gelip girdi koynuma sarı güneş
Ben o vakit tüm bebekleri evlat edindim
Babalarını kurşunlar gıdıklayanları ozellikle

O vakit bu vakit içimdeki çocuğun bayramlıkları hep çamurlu.
Biz hakkını pislikten yana kullananlar.
Kazanacağız.!Nokta.

Sen tatlı bir iç geçiriş gibi çınlarsın çünkü
Bu huyundur.
Yataklara çapraz sığarsın,halbuki küçüksündür.
Yalnız güldün mü büyürsün.
Sen güldüğün vakit ağzın bir patlamış mısır makinası oluverir.
Eski şiirlerde rastlayamazsın içinde patlamış mısır makinası geçen dizelere
Onlar seni gülerken görmemişler sonuçta.
Şiir değişmiyor yani değişen gerçeklik
Yani demem o ki ben seni seviyorum sonuçta
Ve esmlerliğiniz alamet-i farikanız bayan.
Sevişirken harikasınız bayan.

Simdi kasıklarımızda karınca sürüleri tavaf eder.

Ne bu suratını boyadığın gri.
I-ıh yakışmamış bayan.
Eski bir pansiyon bulup sevişmeliyiz biz.
Sikerler böyle şiiri.

Artık Berkler ile Muhammedlerin sevişmesinin vaktidir.

Şimdi neyden bahsetmek lazım gelir, bilmiyorum.
Ben pek bilmem nerede ne yapılmalıdır.
Erdallar dudaktan öpülmeli mi.
Üsküdar'ı müslümanlardan kurtarmalımıyız mesela.
Bu beyhude seküler çaba
Geçmelimiyiz.
Mahallemizde darbuka çalan boyacılar var.
Boyacı.Oğlu Erdal.
Erdalları öpsek mi, belki severiz.
R leri çalamamaktan korktuğu için darbukaya başlamamış
Erdal yalancıların kralı
Şimdi bir şirkette müdür olmuş.

Kapitalizm tokattır güzel kokulum.

Şimdi biz başka yalnızız.
Zamanın ipek kalbine çivi çakıyoruz.
Ayrı düşüyoruz.
Bu halimizle ipek böceklerine canım.
Canım.
İhanet ediyoruz.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Bir filin uçması mı gariptir, pembe olması mı?


Saat 19:03...
Ölmek için ne güzel bir an. Ölmek dedim diye hemen suratın düşmüştür bilirim. Düşen suratının çıkardığı sesi de bilirim. Ahşaba dökülen bir avuç misket.
Her şeyi bilirim seninle ilgili. Mesela çişini yapmakta zorlandığında "şrrr" sesine ihtiyaç duyarsın.
Bir şey düşünürken çenenin altında ki papatya bahçesini kaşırsın. Papatya kokar ortalık bir ben duyarım.
Ama sana bile demem.Neme lazım içine çekiverirsin de bana kalmaz.
Sonra ayakların diyecek olurum ama onu da herkes bilir.Susarım.
Ayakları kendisi gibi inatçıdır beyler bayanlar,bükülmezler diye geçiririm içimden.Yüksek sesle.
Kasıklarına sürdüğün karışımdan bahsetmeyeceğim bile.
Bir tutam şeker yanığı, bir miktar lavanta özü ve o adını hiç bilmediğim turuncu baharat.
Pembe fillerin uçtuğuna inanılan bir ülkenin resmi baharatımıymış neymiş.Boşverelim şimdilik.
Ben her şeyi bilirimde bilmek kimseyi mutlu etmez ki?
Bilgi mutluluk değil paranoya getirir.

Saat:19:12...
Ölmek için bir sonraki günün 19:03'ünü beklesem mi diye düşünüyorum.
Bir beşiktaşlı ölürken bile beşiktaşlıdır çünkü.
Ölmek deyip duruyorum ya çoktan canın sıkılmıştır bile.
Sen hep yaşamaktan yanasın çünkü.Şükür ki bu böyle.
Bakma ölmek dediğime sen benim. Ben onu bile elime yüzüme bulaştırım kesin.
İlkokulda kendini unutan adam intiharında silaha kurşun almayı unutmuş çok mu?
Ben yaşamak konusunda sürekli bir hazırlık öğrencisi...
Hep bişeyleri eksik yapan, bişeylere geç kalan.
Nazımdan çok olmasın ama huysuz aksi nalet...
Ferdi Tayfur'u da sevmiyorum mesela ben, sadece anlıyorum.
Birisini anlamadıktan sonra sevsen ne olur, sadece kendine zarar verirsin.
Bu sebeple buradan jilet çeken kardeşlerime sesleniyorum.
Sevmeyin,anlayın. Sadece sevmek hep sizin canınızı yakar.
Hem dünyanın esmerlere hep ihtiyacı olacak.

Saat:19:12
Durmuş siktiğimin saati. Bari ondokuzsıfırüçde dursaydın.
Ama durmazsın.
Allah beni şımartmayı hiç sevmez çünkü.
Saat gerçekte kaç bilmiyorum ama bu saatlerde hep seni özlüyorum ben.
Benim ilk defa sevdiğim bir kadın öldü ya belki de o yüzden.
Terk edildiğim terk ettiğim olmuştu ama ilk kez sevdiğim kadına araba çarptı benim.
İlk kez sevdiğim kadının kafası bir tekerleğin altına ezildi,
Birisinin ölmesi çok kötüymüş, ilk sende öğrendim bunu ben.
Bir de en çok üstüne atılan ilk toprakta ağladım.
O sırada sorgudaydın Din kültürü dersinden. Başın kalabalıktı belki görememişsindir ama,
Sen en sevdiğiniz peygamber kim sorusuna Muhammed tabi ki derken ben o kadar çok ağlıyordum ki imam uyardı beni.
Toprağı ıslatıyorsun merhumu çamura gömeceğiz.

Saat hep 19:12.
Sonunda durdu zaman. Ben seni Taksim'de bir otelin içinde panik halindeyken görmüştüm ya hani.
O zaman demiştim halbu ki zaman dursun diye.
Böyle çat diye.
En büyük saatler camlarını kırıp patlatsın.
Sik gibi olsun bok gibi çük kaka pislikkkk
Dursun zaman kötü herşey ile beraber.
Ama orda durmayan inadına koşarak kaçan zaman gelip durmuştu şimdi.
Sen öldüğünde bana küstün ya hani, en çok oramdan uykusuz kalıyorum ben.
Sana diyeceklerim vardı halbu ki.
Özürlerim, pişmanlıklarım, nedenlerim...
Ama ölmüş insanlar ne yazık ki duyamıyorlarda.
Bak o kadar Ferdi dedik ne çalıyor.
"Şimdi sen kimbilir ne duygulardasın
Belki de en güzel uykulardasın"
Şarkıyı burasında kapatmalıyım.
Biliyorsun ben bir üzüldüm mü çok ağlıyorum çünkü.
Bütün bunlar var ya,bu elime yapışan zift gibi pek olanlar hani.
Mermerlerde dövülmüş zambak kokusunun burun tırmalayan tıngırtısı gibi olanlar
Bunların hepsi için nefret ediyorum kendimden. Bir süredir tek meşgalem bu.
Ben kelimeler içinde kendine yalan bir dünya kurmuş olabilir miyim gerçekten.
Bir şizofren gibi olmayan şeyleri kurgulayıp ona göre yaşadığıma inanmalı mıyım?
Çünkü insanlar dün gece seninle seviştiğime inanmıyorlar benim.
Peki o zaman delimiyim ben. Severmisin delileri hiç.
Burnu sürekli kanayan bir deli.

Bak mesela şimdi saati falan boşverelim. Dili denize dönmeyen esmer çocukların uyuduğu boyasız odaları düşün.
Karanlığın ortasında havai fişek gibi patlayan bembeyaz dişleri ile ıssırdıkları domatesin çıkardığı şıpırtıyı duy.
Varlıkları Türk varlığına armağan olan çocukları düşün bir an. Türkçe bilmediklerini bir de.
Sonra beni düşün yanımda sen olmadan.
Sonra geçiver hemencecik.
Ben bile bu halimi sevmiyorum çünkü.
Yine de senin etin benim etime değdiğinde sürekli fonda çalan kısık sesli ezan bana hep bir mucizenin habercisi gibi geliyordu.
Şimdi ben kendi acımdan çok bir dolmuştan inip sana yürürken göğsümde çalan darbukaların susmasına üzülüyorum.
Bir de seni hayal kırıklığına uğratmama.
Seni korurum ben ecilerden öcülerden
Çiçeğine düşman yabancılardan, bahçende gözü olan pis canlılardan.
Balonuna silah doğrultmuş şişko mafya babalarından. Böyle dedim sana ben.
Gürültülü bir yerdeydik,ayin gibi bir şeyin ortasında kalmıştık.
Ben seni gördüm.
O siyah beyaz filmdeki kız gibi seni gördüm ve durdu zaman. O zaman sana böle dedim ben işte.
Çocuklarım sana benzeyecekleri için ne kadar şanslı...
Ama sen öldün ve çocuğum yok benim.
O araba sana çarpti diye ben yalan söylemiş olmam ama ben sana verdiğim sözü tutmadıktan sonra tüm arabalar refrüjlerden sekip bana çarpsın zaten.
Bir erkek kadınını hayal kırıklığına uğrattığında ölürmüş derdi babam.
Tarih bir kez daha beni hayalarımdan yakalıyordu.
Ben o istiklal marşının düzünü bile tam bilmiyordum.
Sonum kötüydü.

Saati hala boşver, zamana sokayım.
Bir şair var kadın, ne yazık tanınmıyor çok. Onun babasına yazdığı dizeyi saç örgülerinin arasına saklıyorum şimdi.
Henüz kozalağından çıkmamış bir kelebek cenini gibi tınlayan bir dizeyi gizliyorum saçlarının arasına.
Senin bazı yanların var bir ben bilirim, bir kaçını söyledim diye bitti sanma.
Onların yanına bir de bunu koyarım artık.Önemsiz bir şeymiş gibi duruyor ama bir ben bilirim seni tam.
Bir yere saklarım bir ben bulurum. Bir gün öpüp uyandırmak için kelebeği.

Hem Beethoven'ı diğer müzisyenlerden farkı kimsenin bilmediği bir notayı bilmesidir.
Di.

"Babam bizim evin dileğiydi"

Seni hep çok sevdim ben, bir de Beşiktaşı.
Bu sebeple bir saniye beklemelisin yanına gelmem için önce saati 19:03'e getirmeliyim.
Bekle sevgilim.

Dışın
(Ses tamamı ile orjinal bir Sig sauer'dan çıkmıştır.)

14 Temmuz 2014 Pazartesi

27 yaşındaki Olga'nın bir akşam üzüldükleri

Bayım; bu gidişleriniz beni şair sizi şiir yapacak.
        Didem Madak


İlkyaz işte bak,
Sen bunu bekliyordun.
Bunu bekliyorduk bir zamanlar.Biz.
En çok o zaman beraberdik
Ben sana bir ekmek bölüyordum
En güzel kahvaltıları bölüşüyorduk.
Çekirdek kabukları bana, içleri hep sana.
Hep dikkat ediyordum herşeyin sevdiğin gibi olmasına
Bak ilk yaz geldi. Sen bunu bekliyordun.
Bir zamanlar bunu bekliyorduk.
İlkyazı yaşa istiyorum
Yan yana olamasak da.

İsteseydin böyle olmazdı
İsteseydin öyle olurdu ama.

Sizin dünyanız çok dört duvar.
Bak benim şişmiş gözlerim hep bundan işte.
Hep bundan ilkyazları pas geçişim
Yeterince sevemeyişim bir şarkıyı
Bu evleri boşverişim,
Bu kadınları, saçı peruk adamları
Bu böyle güzel olan saksıdaki begonyaları
Geçiver şu arabaları, köşedeki bisikletleri
Denizi boşver, ağacı, bir kaç arkadaşı
Sigarayı çoğalt diyorum kendime sonra,
Olabildiğince çoğalt
Yakışıyor sana

Teker teker gelir iyi insanlar
Ve bir anda giderler.

Ağustos böceklerinin seslerini işitiyorum.
Elli yaşlarında iştahsız bir orospu
Uzamış tırnakları ile mermere adını yazıyor.
Bu sesi hep biliyorum.
Yürüdüğüm yolların ilk sapağında
Çokca ağaç, sıkışık toprak,
Allah kahretsin kahverengi hiç bir şey yok.
Ve belki bir daha hiç olmayacak.

Şimdi yorgun çiçekler gömüyorum topraklara
Sen başka bir ağaç sevdin.
Gölgem yetmez sana

Beni kan tutuyor
Şu bileklerimi bir zahmet siz kesermisiniz?
Hem benim adımda bir "a" var sadece.
Sizinkinde iki.
Oysa ben size elimi bırakın demedim ki hiç.


"Şiir icabı bunlar gerçek hayatta olmuyor."

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Duvar.

Kuru kanım üzerinde batmayan taş gibi kocaman
Bir açılıp bir kapanan
Bir kaç yüz çitle çevrili etrafı
Kimi kirpik diyor ucu zehirli oklarına
Kimi göz diyor suda üç kez sekmeyen tüm koca taşlara
Çingenelerin ettiği cenkleri katmazsak hesaba
Kim basmıştır ilk kez
Bir karanfilin üstüne.
Kim acaba?

İçimizde kendimize benzeyen trenler çiziyoruz.
Sen ısrarla Napoli Garında
Pembe, içi dolu lavanta
Kalabalık bir tren çiziyorsun.
Mendil satan güzel çocukar var
Tren giderken sallamalık mendiller satıyorlar.
Su çekmeyen gösterişli mendiller.
Ben ise eski peronlarda unutulmuş trenleri çiziyorum.
Prostat makinist eskilerinin toplanıp içtikleri
İçip içip eski aşklarına işedikleri
Sesi kısılmış,
Bir çuf çufu bile olmayan
Trenleri çiziyorum.

Hayat neresinden bakarsan bak seni kayırıyor sevgilim.
Yapacak bişey' yok!

Seni özlemenin telaşı basıyoral al yanaklarımı,
Ellerin geliyor aklıma.
-Kabe'deki putlara ilk baltayı bu eller indirdi
Bismillah!-
Ellerin etime değdiğinde kulaklara dolan çıngıraklı pırıltı.
Nar çiçeği ile tütsülenmiş tıkırtı
Göğse bastıran hakikat
Damarlara basılan binparça kabahat
Ve tekrar sen ve senin var olan her şeyin
Terkrardan
Ah! o vakitsiz baharlar...

Gece lacivert olduğunda biliyorum ben
Tanrı bir tek maviden vazgeçememiş.
Gündüz mavi, gece mavi, su mavi, hava mavi.
Tanrı'yı kendime benzetiyorum bazen.
Seni maviye.

Bir madenci otuzüç gün sonra gördüğünde göğü ilk kez
Onu düşün bir an,
Elindeki çamaşırları bırakıp koltuğa sadece onu.
Ondaki heyecan ne ise
Ben seni öperken
Hep bir fazlası işte.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

A.

“Yapacak bir şey yoktu. Aylardan Temmuz’du ve hepsi buydu. Terden sırılsıklam olmuş yatağımda inatla battaniyeye sarılmış öylece duruyordum. Bakışlarım bir matkap gibi tepemdeki duvarı aşındırıyordu. Kesin bir bakıştı bu, gözlerim iki mutlak matkap ucuydu. Dişlerimin arasından sızan ılık bir sıvı ağzımın içini dolduruyordu. Hafif yana doğru döndüm. Cenin pozisyonunda küçüldüm yatağın içinde. Hayatı hiç anlayamayan ben, aklında bin bir sorusu olan ama bir tane bile cevap bulamayan ben… Cenin gibi duruyordum. Yatağın ortasında bir soru işareti gibi bekliyordum.
Birisi beni cevaplasın istiyordum.
Sağ yanımda ki komidinin üstünde duran yeşil kaplı kitabın üzerinde bir parça toz vardı. Beyaz… Kristalize bir madde… İçine serpiştirilen cam kırıkları ile daha cafcaflı bir hale getirilmiş bir parça kokain… Hemen yanında bir kaç dağınık banka kartı… Bir miktar ot, sarılı bir cigaralık… Bunca ıvır zıvırın ortasında duran beyaz küçük bir gece lambası… Ikea kanalı ile yatak odamıza giren İsveç emperyalizminin bu aşağılık lambasına sıçayım diye geçirdim içimden. Ağzımın içini dolduran ılık sıvı dilimden boğazıma akmaya başladı. Tadını alıyordum. Bir avuç zambak çiğniyor gibi hissettim. Beyaz üstünde mavi yuvarlaklar olan yastğıma ağzımı dolduran sıvıdan bir damla düşüverdi. Kırmızı kocaman bir damla bembeyaz yastık kılıfını kırmızıya boyamıştı. Ağzımın içi sızlıyordu. Yutkunamıyordum. Boğazıma kadar kan dolmuştum.
Yataktan kalkmaya, doğrulmaya çalışıyordum. Eklem yerlerimde 150 kiloluk çingene kadınları oturuyordu sanki. Santim hareket edemiyordum. Ağlamamak için ıssırdıkça dudaklarımı yastık daha kırmızı oluyordu. Avuç avuç zambak çiğniyordum. Gözlerime giden damarların hepsi kan yerine gözyaşı taşıyorlardı sanki. Ağlamamak için sıktıkça kendimi daha bir terliyordum. Vücudumda yapışkan kötü kokulu balçık gibi bir katman vardı. Üç gündür duş almıyor daha kötüsü beş gündür balkona bile çıkmıyordum.
Ruh halim dağınıktı. Herkes ölmüş bir ben kalmıştım sanki. Telefonuma gitti elim. Sesli mesajlarımı dinlemek için gerekli numarayı ekrana yazıp doğruldum yataktan. Dün geceden kalmış bol otlu sigaramdan bir iki duman çektim içime. Gözlerimdeki çapakların halıya pul pul döküldüğü dakikalardı. Odayı dolduran kıyafetler sebebi ile yürümek kimisi için zor olabilirdi. Benim içinde öyleydi düne kadar. Yerde duran ve en sevdiğim olan beyaz ceketimin üzerine basıp tuvalete gittiğim andan beri hiç bir önemi yoktu ama. Metanın büyüsünden kurtulmuş özgürleşmiştim. Kalkıp mutfağa yol aldım. Kendime bir kahve koydum. Eskiden “yumiyum “diye bir şekerleme vardı, hatırlarmısınız bilmem. Yumiyum boyutlarında bir çizgi kokaini burnumun içinden beynime doğru çektiğim sırada, kül tablasında yanmakta olan bir adet winston soft bir de dibi kalmış bol otlu sigaram duruyorlardı. Telefonun ekranında duran numarayı ara tuşuna basarak şereflendirdim. Sesli mesajlarımı dinleyecektim. Sıradakini bekliyordum. Bip sesinden sonraydı.
“Bilmem açmıyor…”
Bu kadar. Sadece bu sesi duyuyordum. Bilmem açmıyor diyen bir ses ahizeden kulaklarıma sızıyordu. Kokain burnumdan beynime, sesi kulağımdan kalbime, sigara ağzımdan ciğerlerime doluyordu. Ağlamamak için direnmekten yorulmuştum. Mutfak lavabosuna kıpkırmızı tükürdüm. Balkona çıkıp ağladım. Aylardan Temmuz’du, ben terk edilmiştim. Nasıl ağlamayaydım.
Defalarca dinledim sesli mesajı. Kokain bitti sigaram azaldı ikinci bardak kahvemden de toplasan iki yudum kaldı. Belki yirminci kez dinliyordum. Açmıyor kelimesinin ikinci hecesinde ki vurgusunu ve sesin sonunda ki arkadan gelen korna sesini… Herşeyi ezberlemiştim. Dinledikçe acım azalmıyor özlemim artıyordu sadece.

Bil deyişinden belliydi, omuzlarını açıkta bırakan tek parça bir elbise giymişti.
Mem deyişinden belliydi, çikolatalı kurabiyeye benzer ayaklarını kahve tonlarında bir ayakkabı ile kapatmıştı.
Aç dediği anda saçlarını omuzundan gerisin geri atıyordu.
Mı dediğinde kocaman dişlerini göstere göstere gülüyordu. Kim bilir baharı müjdeliyordu.
Yor dediğinde…
Siktiğimin korna sesi çıkmıyor aklımdan.

Sizin sevgilinize hiç araba çarptı mı? 
Benimkine bir kez çarptı ve sevgilim ilkinde ölüverdi.
Bazı sevgililer çabuk ölüyor Allah'ım.

25 Haziran 2014 Çarşamba

Hercümerç


"... allah'ın mucizelerine inanırım tabii, suyun seyri bir mucizedir, ağaçların seyri bir mucizedir, havanın seyri bir mucizedir, benim hayretim tabiattan beslenir. insana hayret şikâyete girer, ben sevmem. insanların dünyasındaki tek sürpriz doğmak, sonrası malum, gün doğar, gün biter, gün doğar, gün biter, biliyorsun."


                                                                                                                                      Ahmet Güntan




27 yaşındaydım, yolsuzdum, tatsızdım, günlerden çarşambaydı, sigarayı iyice teklemiştim… En kötüsü ise bir umudum kalmamıştı. Bir yokuşun tepesinden aşağı doğru son sürat yol alan bir kamyon gibiydim. Tüm frenlerim boşalmıştı. Yolun sonu bir ilkokuldu. Saat ilk tenefüstü. Her şey, tüm bu kozmos aleyhime işliyordu. Kendimden ziyade etrafıma zarardım. Farkındaydım. Bazı insanlar zayıf, bazıları kalçasında bir morla, bazıları ise saçlı doğardı. Ben ise saçlı, zayıf, kıçımda kocaman yumruk gibi mor bir iz ve lanetle doğmuştum. Doğduğum esnada annemin bağırması ve babamın sigara üstüne sigara yakması lanetle doğduğumun kanıtıydı. Dünyaya geldiğim ilk anda lanet kaderime teyellenmişti. Ben etrafımda beni seven kim varsa üzecektim. Kötü ne varsa, hepsinin biriktiği bir kumbarası olmuştu annemle babamın. Yıllar sonra en çok onlara üzülecektim. Annemle babam bana söylemese de cinsiyetimi öğrenmek için doktora ilk gittiklerinde emindim ki doktor annemi muayene ettikten sonra isterseniz alalım bunu demişti. Denmeliydi. Hipokrat’a edilen yemin bunu gerektirirdi. Benden bir sürü vardı çünkü. Bir bana daha gerek yoktu. Annemde bunu bildiğinden bir 9 ay kadar tuttu beni içinde. Kötü kokan bir odaya girmeden önce alınan derin bir nefes gibi… Gücü yettiğince tuttu içinde. Sonra gücünün azaldığı ilk anda doğdum ben. Ona kalsa eminim beni rahminin en diplerinde bir yerlere gömerdi. Doğduktan sonra göbek bağımı sokak köpeklerine yedirmediyse şayet bu sadece annelik iç güdüsü ile açıklanabilirdi. Farkındayım konuya çok palaspandıras girdim. Özür dilerim. Bazen insan içinde o kadar çok duyguyu aynı anda hisseder ki ortaya hiçbir şey çıkartamaz. Toparlamaya çalışayım.
Ben Taylan. Hala 27 yaşındayım. Saçlarımda hafif beyazlar var. Birazda azalmışlar, berbere son gittiğimde berber amcanın şu fani hayatıma düştüğü şerh buydu. Yaşlanıyormuşum. Yaşlanmayı kötü bir şey olarak mı söyledi, onu tam olarak bilemiyorum. Ama yaşlanıyormuşum. Yaşlanıp yaşlanmadığınızı en iyi bilen kişi ilk ilk traşınızdan beri gittiğiniz berberdir. Objektiftir, bir seri katil gibi soğuk kanlıdır ve üzülüp üzülmemeniz umurunda değildir. Saçınız ya da sakalınız olduğu sürece fazlası onu ilgilendirmez.
Ben Taylan. Bu adı iyi belleyin istediğim için tekrarlıyorum durmadan. Bir gün orta boylu tıknaz ve 27 yaşlarında Taylan isimli birini görürseniz yolunuzu değiştirin diye söylüyorum. Belki bu tariflere uyan yüzerce Taylan vardır. Ama şuna emin olun benim o yüz kişiden biri olma ihtimalimin zayıflığını umursamadan yolunuzu değiştirmenizi gerektirecek kadar büyük bir belayım. Yüzde hatta binde bir bile olsa o Taylan ben olabilirim. Ve emin olun bu riski almanıza değmez.
Ben Taylan. Şimdi bir odadayım. Ufakdan hallice bir oda. Kimse büyük diyemez ama. Büyük diyeni geometri bilimi neferleri ayıplar. Karanlık bir oda. Odanın en köşesinde  duran ve odayı doksan derece kesen kanepenin üzerinde duruyorum. Korkmayın sizi çok tutmayacağım. Gereksiz ayrıntılar peşinde koşmak değil derdim. Bırakın biraz konuşayım sadece. Çok uzun sürmeyecek zaten.
Ben Tayfun. Kanepede duran Tayfun. Kanepenin bittiği yerin dibinde, yönü sağ koluma düşüyor, bir masa var. Üstü boş bir masa. Boştu yani. Üç eksik bir winston soft paketi var artık üstünde. Yanında bir kül tablası. Üstünde ince bir cigaralık yarısı bitmiş… Sağ yanıma düşen bu masayı hiç sevmedim ben. Bunu da söylemeden geçemeyeceğim. Kahve tonlarında döşenmiş bu odada ki tek beyaz şey kendisi. Döşenmiş dediğime bakmayın siz. İki masa bir kanepe ve bir televizyon… Hepsi bu. Bu arada Tayfun değil adım tabi ki de. Hala bende misiniz diye merak ettim.Ben Taylan. Kanepede otururken ben televizyonda haberler dönüyor. Necmettin Erbakan’a benzeyen bir adam var. Sesi kısık televizyonun ne konuştuğunu anlamıyorum. Necmettin Erbakan’ı özlediğimi anlıyorum birden bu adamı görünce. Erbakan’a göre daha ince ve uzun. Tabi Erbakan’ın da bu zat-ı muhtereme göre kısa ve kalın olduğunu da iddia edebilirsiniz. Bir alt yazı düşüyor ekrana bahsi geçen amcanın adını da öğreniyoruz. Çatı Aday’mış Amcanın adı. Bir açıklama yapıyor: Ekme… Arapça bir şeyler diyor şu an ne olduğunu anlayamayacağım. Bunu bir çırpıda unutup cigaralıktan bir nefes alıyorum. Dolu… Yılmaz Güney’i taklit ederek çekiyorum içime. Bir de Buse’yi çok özlüyorum.
Ben Taylan. Buse’yi en çok seven Taylan. Hayatın bir tanımını yapmam istenseydi benden şayet; beni dinleyen kalabalığa şöyle seslenirdim.
-          Yoldaşlarım. İnsanın vakti az kalınca şeytan eline ayağına dolaşırmış. Her şeyi anlatmak isterken bir bok anlatamadan bize ayrılan sürenin sonuna geleceğiz. Önce doğacağız sonra büyüyeceğiz sonra aşık olacağız. O gün erkek olacağız biz. Kızlar o gün kadın olacak. İbneler o gün ibne… Çünkü yaşamak heteroseksüellere bırakılmayacak kadar ciddi bir meseledir. Et ve kemikten oluşan varlıklarımız o gün insanlaşacak. Maddeye ruh üflemek gibi… Doğayı anlamak ve ona şükran duymak…Kendimizin aslını o gün bulacağız. Sonra terk edileceğiz. Yada terk edeceğiz. Farketmez. Kopacağız özümüzden. Canımız çok yanacak. Sebeplerimizi yetersiz görenlere şaşacağız. Bizi anlamadıklarını düşüneceğiz. Anlaşılıp da haksız bulunmak korkusu ile anlaşılmamaya sığınacağız. Sanacağız ki dünya hep çayır çimen… Birileri var kötü onlar dallarımıza kastediyor, çiçeklerimize düşman… Sonra işte bir gün birileri soracak size. Hayatın bir tanımını yapar mısınız diye. Siz ise hala güçsüz durmaktan korkanlarsınız tabi. Acz alın yazınız. Bir sik anlamadım ki hayattan anlatayım diyemeyecek kadar kibir budalasısınız. Çıkıp insanlara nutuk atacaksınız hayat ile ilgili. Yoldaşlarım hayat ile ilgili bildiğim bir şey varsa esmerler her zaman haklıdır. Bunu lütfen tarihe not düşelim.



Ben Taylan. 27 yaşındayım. Bir kitap yazdım 22 sayfa… Aslında daha uzun yazacaktım ama hikayedeki kız gitti. Sen nasıl yazarsın hikayedeki kız gitti diye kitap biter mi demeyin. Tanrı’nın her kuluna sözü aynı mı geçiyor sanki . Görmez misiniz.

15 Haziran 2014 Pazar

Pınar Selek'in savunması.


istanbul 12. ağir ceza mahkemesi sayin başkanliğina,
dosya no: 1998/518

hukuki dilde adı “savunma” olan bu metni çeşitli suçlamalara karşı kendimi savunmak için değil, uzun süredir yaşadığım kuşatılmaya karşı onurumu, kişiliğimi, hayatla kurduğum ilişkiyi ve özgürlük arayışımı nasıl savunduğumu anlatmak için size sunuyorum. 
evet, mısır çarşısı komplosu beni kuşattığından beri ben bir savunma halindeyim. şimdi size kısaca neyi nasıl savunduğumu anlatmaya çalışacağım.

özgür, ahlaklı, mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir sorusu, çocukluğumdan beri beni meşgul ediyordu. bu sorulara yanıt bulmak, toplumu, kendimi anlamak ve özgürlük alanımı genişletmek için sosyoloji okudum. bu arayışla, okul yılları boyunca, bilgi-iktidar ilişkisini, bilimin kurumsallaşma biçimini, dokunulmayan kutsallıkları, dil ve davramış kalıplarını sorgulayarak kendimce bir patika çizmeye çalıştım. sorularıma yanıt bulmak için yoğun emek sarf edip öğrendiğim her kelimeyle boğuşunca, üniversiteyi birincilikle bitirdim. 
14 nisan 1999’da, mahkemenizde yaptığım savunmada, flaubert’in “sosyolog, elbette birçok hayatın içine girip çıkacak, hiç hissetmediği duyguları ve deneyleri taşıyan insanları anlamaya çalışacak” sözünden hareketle, “birçok hayatın içine girmek istiyorum. yani o hayatı yaşayanlarla söyleşmek, konuşmak ve öznellikler arasında ilişki kurmak” diyen baurdieu’ye gönderme yapmıştım. işte bu motivasyonla başlayan öğrencilik yıllarım, okul koridorlarında ya da kantinde değil, hayatın içinde geçti; hep dokunulmayanlara dokunarak, kendimce, karanlıkları aydınlatmaya çalıştım. 

doktorlar gibi, sosyologların da toplumsal yaralara el sürme kabiliyetinde olması gerektiğine inanıyordum. travestilerin ülker sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, “alacağımı aldım” deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. bırakmadım da. çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: sokak sanatçıları atölyesi. 

böyle bir atölyenin cephanelik olarak tanıtılması korkunç bir şey. hayır, asla atölyemize bomba giremezdi. tersine, o küçücük mekanda her türlü şiddeti aşmaya, şiddetin yarattığı yaraları sarmaya çalışıyorduk. bu değerli çalışmayı, sadece benim ya da atölyedeki insanlar için değil, toplum için temize çıkarmak zorundayız. korkunç suçlamalarla lekelenen atölyemiz bir sevgi bahçesiydi. 
toplumun çöpe attığı insanlar, çöp kutularındaki işe yarar malzemeleri toplayıp bunları, o atölyede, sanat eseri haline getiriyorlardı. ilk başta birlikte nasıl duracaklarını, kuşatma ve dışlamayla nasıl başa çıkılacağını bilmeyen insanlar olarak, sanatla birlikte dirildik, çiçek açtık, hatta kök salmaya başladık. maskelerin, çamurdan vazoların, alçıdan heykellerin, resimlerin üretildiği bu küçücük mekânda kurulan sokak tiyatromuz, kısa zamanda her yere çağırılır oldu. atölyedeki eserlerimiz, sokaklarda sergilenmeye başlandı. bir de dergi çıkarttık. yazarları ve dağıtımcıları çok olan bu derginin adını misafir koyduk. herkes, “misafirlik öldü… televizyon, şehir hayatı misafirliği öldürdü…” diyordu. biz de, sesini duyuramayan insanların, başkalarının evlerine misafir olmasını sağladık. 3000 bastığımız dergimizi, sokaklardaki güçlü ilişkilerimiz sayesinde kısa zamanda tükettik. 

atölyemiz küçücüktü ama üretkenliğiyle etkisini büyütüyordu. günde onlarca kişinin girip çıktığı, kapısı hep açık, gece bazen evsiz kalan travestilerin ve sokak çocuklarının yattığı bu atölye, aynı zamanda bir başvuru, bir kaynaşma mekânıydı. kim olursa olsun, dara düşen bize uğruyordu. önceden dışlanma nedeniyle saldırganlaşan insanlar, kendilerine ve başkalarına güvenmeyi, atölyemizde öğrendiler. sanatın ve paylaşımın gücü sayesinde, tineri ve fuhuşu bırakanlar oldu. 

ve olan oldu. tam kök salmaya başladığımız sıralarda şu meşhur komplonun içine düştüm ve baş artisti oldum. mısır çarşısı komplosu, öncelikle bizim çamurdaki gönül bahçemize, çöldeki kaynağımıza bir saldırıydı. kapısı hep açık olan, giren çıkanın belli olmadığı beyoğlu’nun orta yerindeki mekânımız bombalarla damgalanınca ve oradaki en etkin kadın, bombacı olarak sergilenince, hep tehlikelerle boğuşan insanların umutları da tuz buz oldu. zaten sürekli şiddete uğrayan ama birlikte şiddetsiz bir var oluş deneyimini geliştiren bu insanlar, atölyemize yönelik böyle bir terör saldırısında dağılmak zorunda kaldılar. ben cezaevindeyken görüşüme gelen bir travesti şöyle demişti : “bir düş ancak bu kadar sürer. bizimki uzun sürdü. hep bir şeyler olacak diyordum. hayat bu kadar iyi gidemez, diyordum. ama böylesini tahmin etmedim. ben çok şey yaşadım, herşeye alıştım sanıyordum ama bu olay kadar beni etkileyen başka bir şey hatırlamıyorum. en temiz şeyimizi kirlettiler. sanki bebeğimizi öldürdüler. ne korkunç bir hayat! sen iyi bir şey de yapsan, kirletiyorlar. kaçamıyorsun, kurtulamıyorsun. çok korktum.”

evet, bana bunları söyleyen travesti arkadaşımın çalışma ve yaşam koşulları ölümün kıyısındaydı. bir gece yarısı e5’te, ya da başka bir yerde, bıçak darbesiyle ölebilirdi ve oracıkta kalırdı. buna rağmen, travesti arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadı. sadece onlar mı? sokak sanatçıları atölyesinin en aktif çalışanları olan sokak çocukları ilk duruşmadan itibaren mahkemeye hep geldiler. bu, onlar için hiç de kolay değildi. sürekli kimvurduya giden çocuklar, tıpkı travestiler gibi en çok polisten kaçıyorlar. buna rağmen, emniyetin suçladığı bir olayda benim tanığım oldular, "pınar abla oraya tiner bile sokmazdı" dediler. ben onlara “mahkemeye gelmesinler” diye haber yolluyordum. çünkü bu nedenle cezalandırılacaklarından korkuyordum. ama beni dinlemediler. aslında sadece beni değil, atölyelerini savundular. orada yarattığımız sevginin kirletilmemesi için ellerinden geleni yaptılar. 
sevgimiz kirlenmedi ama atöylemiz dağıldı.

mısır çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. en güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. ikincisi sokak sanatçıları atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız...
peki ya benim açımdan, neler oldu? 
oyunun kuralıymış, öğrendim. eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. hayatını islami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. bir düşünce suçlusu değilsindir. barış suçlusu da ilan edilmezsin. savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.
ben de bu oyunun kurallarına takıldım. açıkçası, yaptığım araştırma nedeniyle başıma çeşitli sıkıntılar gelebileceğini, belki bu nedenle huzurunuza çıkabileceğimi tahmin ediyor ve bunu göze alıyordum. ama böyle korkunç, insanlık dışı bir komplonun içine düşeceğimi tahmin bile edemezdim. 

gözaltına alındığımda ilk önce benden, araştırmamda konuştuğum insanların ismini istediler. yıllardır suça itilen insanlarla ilgili araştırmalar yaptığımı ve hiçbirine ait bilgileri polise vermediğimi söyleyerek istediklerini yerine getirmedim. bu arada araştırmamı inceliyorlardı. sonra birdenbire araştırmam yok edilerek bombaya dönüştürüldü. araştırma yaparken militanlara yardım ettiğim, bombalarını sakladığımı iddia ettiler. yani anti militarist bir araştırmayı bombaya dönüştürdüler. işyerim sandıkları atölyede ve benim üzerimde patlayıcı bulunduğunu söyleyerek işkenceyi yoğunlaştılar. insanın kendisine yapılan işkenceyi anlatması zordur. ama sanırım, burada söylemek zorundayım: eliniz kesilince ya da ayağınız burkulunca bile neler hissettiğinizi düşünürseniz işkence altındaki bir insanın neler yaşadığını tahmin edersiniz. ben, çok yoğun ve dayanılmaz bir işkence gördüm. filistin askısından kolum çıktı, çok kötü biçimde yeniden taktılar. hemen hemen hiç uyutulmadım. “sünger gibi olacak” çığlıkları arasında beynime yapılan işkence, akıl hastanelerinde delilere yapılan “şok tedaviden” farksızdı. akıllılık-delilik meselesinde bu kadar yoğunlaşan bir kadının “şok” a uğratılması çok romansı gibi durabilir ama yaşaması güç. 

işkencenin en büyüğü ise, istediklerini yapmazsam, sokak çocuklarını ve travestileri alıp işkence yapacakları ve onları medyada teşhir edecekleri tehdidi oldu. ben de bir an önce ellerinden kurtulup sağlıklı koşullarda mücadelemi vermek için, özellikle benim çevremde olan hiç kimsenin zarar görmemesi için, sadece benim aleyhime olan, araştırma yaptığım insanlara yardım ettiğimi iddia eden ama saçmalığı aşikâr olduğu için açığa çıkacağını çok iyi bildiğim bir ifadeyi imzaladım. cezaevine getirilişimi, savcılığa çıkarılışımı hayal meyal hatırlıyorum. ama “şunların elinden kurtulayım…” duygusu hala hatırımda. çünkü bana yüklenen suçlamaların saçmalığı ortadaydı. her şeyin ortaya çıkacağından emindim. atölye benim işyerim değildi. orada bomba bulunması imkânsızdı. zaten kısa bir süre sonra, atölyede bulunduğu iddia edilen patlayıcıların, daha önce polisin elinde olduğu ortaya çıktı. ama komplocular inatçıydı. cezaevine girdikten bir ay sonra, “yakında çıkarım” diye düşünürken, televizyonda kendi görüntülerimi gördüm. senaryo büyüyordu, ben de baş oyuncusu olmuştum. mısır çarşısı patlaması bombaymış, bombalayan da pınar’mış. ekranda kendimi izlerken, boşlukta yüzer gibi olduğumu hatırlıyorum. sonra arka arkaya birçok suçlama geldi. değişik insanlardan alınan ifadeler sonucu, ben cezaevindeyken gerçekleşen mafyatik bir öldürme olayından başka patlamalara kadar, birçok suç bana yıkılmaya çalışıldı. işkence sonucu zorla ifade imzalayan insanlar, mahkemede, nasıl bir baskıya uğradıklarını anlattılar. ama bu, karmakarışık suçlamalar dizisiyle karşı karşıya kalmamı engellemedi. senaryonun en acıklı kısmı ise, itirafçılık trajedisi oldu. bu insanların, dava süresince ne hale geldiğini hepimiz izledik. bence bu sürecin en büyük mağduru onlar. 

araştırmamın yok edilmesi, bana acı verdi. ama en kötüsü yaraya el sürmeye çalışan bir tutumun bu şekilde cezalandırılması daha sonraki teşhis ve tedavi çabalarına yönelik de bir gözdağı oldu. benim şahsımda, bağımsız bir duruş arayışında olan kadınlara ve erkeklere bir işaret çakıldı. sosyologlara, sosyal bilimcilere, aktivistlere parmak sallandı. ben, bir sembol olarak seçildim. 
pekiyi nasıl direndim? nasıl savundum kendimi?

beni cezaevine götüren memurlar, ısrarla, yakında intihar edeceğimi, annemin de öleceğini söylüyorlardı. dört duvarın arasına girince, bunun ne demek olduğunu çok düşündüm. sonra arka arkaya gelişen olaylar, bu sözün arkasındaki niyeti ortaya çıkardı. ama o sıralar ben de, annem de yaşama sarıldık. o kadar çok suçlama, o kadar çok kriminal vaka içine sürüklenmiştim ki, bunların içine dalarsam boğulacaktım. ben de dalmadım. ilk mahkemede "mısır çarşısı patlaması eğer bombadan kaynaklanıyorsa bu bir insanlık suçudur. ama benim maruz kaldığım suçlamalar da bir insanlık suçudur" dedim, tüm suçlamaları reddettim ve çalışmalarımı, cezaevinde de olsa sürdürmeye çalıştım. mahkeme ve ilgili konuların psikolojik etkisi altına girmeden yaşamayı başardım. 

iki buçuk sene kadın koğuşunda kalmak, nasıl anlatılır bilmiyorum. kendimle çok yüzleştiğimi, ihtiyaçlarımın, yapmak istediklerimin billurlaştığını; düşünsel ve duygusal bir karmaşa ve sadeleşmeyi birlikte yaşadığımı hatırlıyorum. 
cezaevinde geçen 2,5 seneyi bir kazanıma dönüştürdüm. orada yazdıklarımın çoğunu dışarıya çıkaramasam da, hatta akıbetlerini bilmesem de, yazmak beni biriktirdi, güçlendirdi. geçmişte birçok filozofun, fikir insanının yaşadığı acıları biliyorum. bazen doğrular için lanetlenmek durumunda kalıyor insan. ve hakikat aşkına, bunu göze alabiliyor. 

sayın mahkeme heyeti, ilk duruşmalarda, kendimi ortaçağ’da cadı diye yakılan kadınlarla özdeşleştirdiğimi hatırlar. ama şiddet karşıtı olan, hayatını şiddete, militarizme ve tüm savaşlara karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılması korkunç bir şey. en kötüsü de medyatik bir insan oldum çıktım. insanın, sürekli kendini anlatmak durumunda kalması, özgürlüğü, özgünlüğü, hakikatle kurulan ilişkiyi bozar. benim açımdan da böyle bir bozulma oldu maalesef…
cezaevinden çıktıktan sonra, suçluluk psikolojisiyle, “uslu kız” görüntüsü veren bir role bürünmedim. bu davanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. tahliye edilir edilmez, cezaevi kapısında, barış için mücadele edeceğimi söyledim. madem ki küçücük bir barış çabam böyle cezalandırılmıştı; o halde, bu çabayı büyütmem, her şeyden önce, kendime saygı açısından gerekliydi. 

yaşamıma, başıma bu komplo gelmeden önceki arayışlarım yön verdi. bu sefer, üzerime dolaylı ya da doğrudan tehditlerle geldiler. şimdiye kadar hakkımda iddia ettikleri tüm suçlamaların saçmalığı, huzurunuzda ortaya çıkınca, beni bir şekilde mahkûm etme tutkusu devam etti. milliyet gazetesindeki asparagas haberin, büyük bir acz içinde, dosyaya konması bunun son örneğidir. oysa aynı gazetede, haberin geçersizliğini ortaya koyan ve gözden kaçtığı için, genel yayın yönetmenin dahi özür dilediği geniş bir yazı çıkmıştı. bu tür haberlerin nasıl yapıldığını siz benden iyi biliyorsunuz. gazete yönetiminin bile fark edip özür dilediği bu haberin hemen dosyaya girmesi, beceriksizlikle sürdürülmeye çalışılan bir komployu gözler önüne seriyor.

ama ben, her şeye rağmen, mısır çarşısı komplosuna yenilmedim. sırrım sevgiydi. başta ailem, sonsuz bir güven ve emekle hep yanımda oldu. babam, ilk günden itibaren, elinde piposuyla, dedektif gibi çalıştı. kendi kızını ameliyat etmek zorunda olan cerrahların yaşadığı sıkıntının, onda da olduğunu tahmin ediyorum ama bunu hiç belli etmedi. elini hep omuzumda hissettim. annem, bir cumhuriyet kadınıydı ve en çok da bu yüzden başıma gelenlerden çok fazla etkilendi. daha önce telefon konuşmalarını dinledikleri için öleceğini söyledikleri annem, ağır kalp hastası olmasına rağmen, kızına yönelik bu korkunç saldırıya karşı kendini siper etti. kapı kapı dolaştı ve toplumla cezaevindeki kızı arasında bir köprü oldu. ama tahliyemden sonra kalbine yenik düştü. fakat son mütalayı duymadığı için, acıyla değil, adalet duygusuyla aramızdan ayrıldı. nitelikli bir işletmeci olan kardeşim ise benim için hayatını değiştirdi. mısır çarşısı suçlamasını duyar duymaz cezaevine geldi ve “ben senin hukuk mücadelenin içinde olacağım. avukatın olacağım” dedi. gerçekten de başarılı olduğu işini bıraktı, üniversite sınavlarına girdi, kazandığı hukuk fakültesini bitirdi ve avukatım oldu. sevginin gücü, en büyük zorluklar karşısında bile, insanı dirençli kılar. ben bu direnci, özellikle ailem sayesinde korudum. sadece ailem mi? babam, verdiği hukuk mücadelesinde hiç yalnız kalmadı. 7 yıldır savunmamı yapan hukukçular, büyük bir fedakarlıkla bu komployla boğuştular ve benim hukuka olan inancımın canlı kalmasını sağladılar. diğer yandan, başta kadın arkadaşlarım olmak üzere, çevremde bir kenetlenmeyi sürekli hissettim. öyle bir dayanışmaya tanık oldum ki, insana dair umudum hep diri kaldı. hocalarım, mahkemeye benimle ilgili görüşlerini yazdılar. son duruşmadan sonra, başta türkiye'nin en önemli sanatçı ve düşün insanları olmak üzere, binlerce kişi “pınar selek’in şiddet karşıtı olduğuna tanığız” diye açıklamalar yaptılar.
sekiz yıl boyunca ayakta kalmamı sağlayan aileme, hukukçulara, dostlarıma, kadınlara ve tüm dürüst insanlara teşekkür ederim.

ben kendimi korudum, kuşatmaya, lanetlenmeye karşı varlığımı savundum. bu komplo beni zayıf düşürmedi ama ülkemiz açısından, tarihin tekerrürüne hizmet etti. elimden alınan araştırma, tüm eksikleriyle birlikte, yaşadığımız sorunları, milli güvenlik siyasetinin dışında bir bakışla analiz etmenin yollarını arıyordu. yanlışlık ya da doğruluk ayrı meseledir. ama bir olgu eğer gerçekse, önemli olan bu gerçekliği derinlikli tanımlamaktır. "herşey apaçık olsaydı, bilime gerek kalmazdı" sözü hiç unutulmamalıdır.. ilk bakışta gördüğümüz bir elmanın düşüşü, bilimsel açıdan baktığızda, bize ağacın kökünden, rüzgara, toprağa kadar bir çok gerçekliğe işaret eder. son yirmi yıldır yaşadığımız şiddet ortamını da böyle ele almak zorundayız. sorunları aşmak, onların anlaşılmasına bağlıdır, anlaşılması için ise araştırmak gerekir. ben, iyi niyetli en küçük bir çabayla bile iyileşeceğimize inanıyorum. ama bitiremiyoruz. ve suyun kirlenmesini, havasız kalışımızı sadece izliyoruz.

6- 7 eylül olayları hala aklımızda... suç komünistlere atıldı, ülkenin her tarafında komünist tevkifatlar yapıldı. aziz nesin bile bu nedenle tutuklandı. bu vahşetin o zamanki siyasal iktidar tarafından organize edildiği yassıada mahkemelerinde anlaşıldı. hatta bombayı atanın, oktay engin adında bir mit mensubu olduğu söylendi. ama ne oldu? solcular bir dönem susturuldular ve kendilerini savunmak durumunda bırakıldılar. 

hep öyle oldu. muhalefet, hesap sormasın diye sürekli asılsız suçlamalarla damgalandı ve hesap vermek zorunda bırakıldı. orhan veli’nin dediği gibi: 

açlıktan bahsediyorsun
demek bütün binaları yakan sensin
istanbul’dakileri sen
ankara’dakileri sen
sen ne domuzsun sen...

saygılarımla... 
pinar selek

11 Haziran 2014 Çarşamba

HIHI TABİ DORU DİYON SENDE HAKLISIN HARBİDEN ÖYLE EVET DİMİ YA HEP BEN HİÇ SEN YAPARMISIN EVET HAYAT KENDİNİ DÜŞÜNÜNCE MÜTHİŞ AMA ASLINDA PEKİ KONUŞACAĞIM PEKİ SEN BANA TAMAM ZAMANINI SÖYLE TAMAM ÖZÜR HIHI TABİ DORU DİYOSUN HAKLISIN TABİ EVET YA NASIL GÖREMEDİM ÖZÜR DİLERİM EVET KESİNLİKLE ÖYLE OLMALI SENİN YANLIŞ OLDUĞUN BİR DÜNYA DÜŞÜNEMİYORUM ABARTTIM MI ÖZÜR DİLERİM NE DİYEYİM HAH ANLADIM SENİN HAKLI OLMADIĞIN BİR DÜNYA DÜŞÜNEBİLİYORUM AMA ÇİRKİN TAMAM ANLADIM SÜPERMİŞ.YA ÖLE DEME PEKİ DE PEKİ DEMELİSİN PEKİ PEKİ EN DOĞRUSU DEMEN HATTA ŞAHANEYMİŞ.

10 Haziran 2014 Salı

Bayrak, Lice, Falan, Filan...

Bir süredir Lice'de bölge halkı devletin kolluk güçlerine karşı direniş içindelerdi.
Olayın sebebi Lice özelinde tüm bölge de inşaa edilmek istenen karakollar, kalekollar her ne zıkkımsa onlardı işte..
Halk bu karakolların yapılmasını istemiyor.
Neden istemiyor.
Çünkü uzun yıllar boyunca bölgede ki karakollarda insanlara türlü türlü işkenceler edildi.
Evlerinden alınıp karakollara götürülen insanların izlerine on yıllarca rastlanmadı.
Sonra bir gün baktık ki bölge de ki bir çok toplu mezarda kürt halkının gençlerinin çocuklarının kadınlarının kemikleri cesetleri bulundu.
Diyarbakır'daki insan hakları insiyatiflerinin çıkardığı Türkiye toplu mezar haritasına bakmanız kafidir.
Bir ülkenin toplu mezar haritası olmasına mı yoksa bu mezarların tamamının kürt coğrafyasına sığışmasına mı daha çok üzülmeli bilemiyorum.
Ama tabi bildiğim bişey var ki; susacak değiliz. Kürt, türk, alevi, ermeni,transeksüel, beşiktaş taraftarı...
Ezilen, hakkı yenen tüm kitlelerin derdi bizim derdimiz olacak. her toplumsal başkaldırı noktasında her sistem eleştirisi yapan insiyatifin yanında olacağızdır. Bu, insan olmanın onurudur.
Konuya ve neden halkın karakol istemediğine dönecek olursak eğer;devlet işgalci bir güç gibi gidip bu bölgeye kurduğu bu karakolları bir işkencehaneye bir ölüm odasına çevirmişti.
Ruhlarında kalplerinde bu çirkin ayıpları taşıyan ve unutmayan bölge halkı,karakollara karşı durdu. İstemedi.
Oğlunu bu karakollarda işkenceler ile öldüren devletin aba altından sopa göstermek amacı ile diktiği bu karakola taş atan direnen anaya terörist demek en kolayı.
Halbu ki baksak devlet aynı devlet.Zorba. Havaalanına Sabiha Gökçen, 3. Köprüye Yavuz'un adını veren devlet bu işte.
Ama biz dert bizimken nasıl dirençli ve kızgın oluyorsak dert başkasındayken de o kadar vurdumduymaz oluyoruz.
Yıllardır yaptığımız bu. Her sistemi, devleti, ve devletin baskıcı faşist diktasını eleştiren kürde terörist dedik. .
 Çocuk kaçırıyorlarmış diye yaygara koparan abilerimizin çocuklar ile ilgili hassasiyetini bu günde tarihte de gördük. Cizre de 6 yaşında evinde oturan çocuğun kafasında patlayan biber gazı kapsulünde gördük... Çocuk falan demeyiz o bayrağı indirene gösterecez gününü derken ki pis suratında gördük... Gördük kere gördük. Ceylan'da.Uğur Kaymaz'da,Roboski'de en yenisi  de Berkin'de gördük.

Lice'de çatışmalar devam ediyor insanlar ölüyor.
Ve kaç gündür bu olanlara uzak kalıp ses çıkarmayan hatta bir taraftan da orada ki polisi askeri alttan alta gazlayan fikir sahipleri mutlu mu acaba en çok bunu merak ediyorum?
2 kişi öldü bir bayrak indi.
Mutlumusunuz şimdi. Yüzyıllardır süregelen bir derdin çözümü için uğraş veren iyisi kötüsü günahı sevabı ile çabalayan insanların emeğine gayretine de mi yazık değil. Ölen bunca zamandır yaralanan bir sürü çocuğumuzun kanındanda mı utanmıyosunuz. Siz kanla beslenen bölücü faşistler... Siz ki doğudaki her olayda polise öldür kır parçala daha sert diye alkış tutan köpekler... Siz ki aman iki apo posteri görsek de analarını sikmek için şu piçlerin bahanemiz olsa diyen beş para etmez müsveddeler... Sizin erkekliğiniz vatanseverliğiniz yerin dibine batsın. İki gün önce "Kahraman asker o bez parçasını indirdi" diye bir halkın kutsalına dil uzatan sen ne oldu da bu gün kendi kutsalına el uzanınca deliriyorsun.Dansöz ideolojileriniz o kadar miğde bulandırıcı ki. Siktirin gidin. İnsan olmanın ehemmiyetini kavrayamamış çapsız herifler. İnsan ölmüş iki tane. Asker kurşunu ile hemde, hala 14-15 yaşında bir çocuğun indirdiği bayrak bu kadar gündem olabiliyor. Nedir bayrak ya allah aşkına. Şehit kanları ile sulanmış populizmini bırakın bir yana. Halkların kutsalından daha çok saygı görmesi gerken bir şey varsa halkların kendileridir. Bir insanın aşkı, konuştuğu dili, cinsel yönelimi, inanç yolu ... Bunların hangisinden daha mühim ve elzsem bişeydir bayrak. Bayrak dediğin simge sembol değil mi? İsrail bayrağı yakarken dünya size güzel ama... Yada Hz. Muhammed karikatürü sebebi ile yaktığınız Danimarka bayrakları... Siz kendinize gösterilmesi gereken saygının binde birini başkasına gösteremeyen neslin evlatları... Şimdi dağılın Allah için. Ağzınızda dilinizde düşünüzde barışa dair tek bir meselesi lafı olmayan insanlar... Dağılın lütfen. Artık miğde bulandırıyorsunuz.

Saygıdeğer CHP ve eşrafının bayrak profilli,indireni indiririz temalı sığ, barıştan uzak o sözüm ona delikanlı dilleri yok mu...
Bi sikim yapamazsınız kardeşim. Yapmamalısınız da.
Sırf bu sebeple işte bu ulusalcı ve kemalist ziniyet ile AKP faşizmi arasında bir fark olmadığını savunuyoruz.
Mesnetsiz çapsız zamana karşı duramayan değerlendirmeleri omurgasız siyasetleri ile aynı yerde durmaktalar.
CHP resmi twiter sayfasından çatma kurban olayım diye bayrak fotoğrafı paylaşmış.
Halk Lice'de direnirken terörist diyen zat-ı muhterem kendisine çapulcu dendiğinde deliriyor ama.
Sen Taksim'i, Gümüşsuyu'nu Beşiktaş'ı tüm yolları kapatınca iyi de adam Lice de, Yüksekova'da senin gidip on dakika duramaycağın yerde yol kesince kötü terörist değil mi?
Halbu ki Gezi'de o içselleştirmeden populizme kurban ettiğiniz sloganlar vardı ya.
Kurtuluşun beraberlikten acıları sevinçleri ortaklaştırmaktan geçtiğini söyleyen sloganlar...
faşizme karşı omuz omuza durma martavalları...
Aslında bunları o günün konjektürel gazı ile bağırmışsınız bu gün anlıyoruz.
Al işte Lice'de devlet kaç zamandır resmi organları ile bir katliama girişiyor.
Bu günün işi değil bu.
Ceylanlar ile Uğur Kaymazlar ile başlayan Roboskilerle devam eden bir süreç...
Hani şu Gezi'de Lice de karakol yapılmasını eleştirdiği için öldürülen Medeni vardı ya...
Hatırladın mı.
İşte o gün Medeni'nin ceneazesinde cesete kimlik sormadan sahip çıksaydık devlet bu gün bu kadar kolay Lice'de katliam yapamayacaktı.
Ama biz o kadar atıp tutan biz hala cesete dil din ırk sorar haldeyiz.
2 kişi öldü beyler bayanlar...
2 adet can Lice'de kurşunlar ile öldü. Biber gazı ile ölmek ile kurşunla ölmek arasında ne fark vardır biliyormusunuz?
Evet ikisi de ölümdür ikisinde de nefret aynıdır lakin birinde ki rahatlığı ve pervasızlığı diğerindeki ile kıyaslayamazsınız.
Ve devlet konu alevi ermeni kürt olduğunda nasıl olsa hesap soran kimse yok diye bu kadar rahat. Ve ey CHP senin bunda ki payın herkesten fazla.

Sonuç olarak olayın hazin bir çok tarafı var. Kimse burdan yapılan hareketi desteklediğimi doğru bulduğumu çıkarmasın. Süreç süreç süreç diye diye insanların tüyü bitti. Ama şu da bir realite ki önümüzde duruyor. Bu topraklara bu topraklardan çok daha büyük bir coğrafyayı ilgilendiren bir barış gelmeli ve gelecek de. Herkesin üzerine düşeni yapması sağduyulu ve anlayışlı olması gerekmektedir. Devlet insanları sopalamaktan ötekileştirmekten vazgeçmeli. Derdimiz bu tasamız bu. Bizi dinlemeli Devlet. Karakol istemiyorsa tüm halk yapma kardeşim. AVM istemiyorsa yapmaman gerektiği gibi. Güvenlik martavalları okumayın bana sakın. Ne amaçla yapıldığının cevabını size tarih verecektir geriye gitmenize de gerek yok. Ve siz iki yüzlülük yapıp da tarihte bunca acı yokmuş gibi, bu gün bu acıları anımsayıp direnen insanları öldüren devleti protesto edenlere terörist diyorsunuz.
Sen de taksimde gümüşsuyunda teröristtin o zaman. Bu kadar mı çabuk unutyorsun ya da bu kadar mı bencilsin. Şaşırıyorum. Bu eylem asla kabul edilir bir şey değildir.
Meşrulaştırma çabası değil sadece bu eylem sebebi ile bir anda bu kadar yaygara koparılmasına gerek yok.

Bir taraftan da kürt halkı var binlerce zulme rağmen siyasi ve üst düzey kadroları ile barış ta barış demekten yorulmuş bir taraftan da bunca zulmü eden biz varız ki hala burnmuzdan kıl aldırmıyoruz.

Olmaz agalar.
Tarih bizi kötü insanlar oalrk hatırlar.
Demedi demeyin.



24 Mayıs 2014 Cumartesi

27 yaşındaki Olga'nın bir akşam sevindikleri

koşullar ağırdı ve ben seni o zamanlarda da seviyordum
                                                            C.Zarifoğlu

Etinde bir buğday filiz veriyor.
Burkuluyor tohum kaaverengi göğsünde.
Tütünü kıskandıracak sarıda bir filiz etini çatlatan
Sen onu memelerinden göğe doğru durmadan sunuyorsun.
Ben bir hayvan gibi kolluyorum kendimi doğadan
Dikenlerden, çalılardan,
Sesinin ilk düştüğü yapraktan gün aşırı
Elimin etinde bulduğu hüneri
Bir kavanoza saklayıp çocuklarıma bölüştürmek istiyorum.
Aşk bizden sonrakilere de lazım olacaktır.
Biliyorum.
Sen ki çoğaltırken bazı akşamlar dudaklarını kasıklarımda
Bazı akşamlar isteyerek yapıyorsun bunu
Ben o an anlıyorum.
Bir rahmet şekilleniyor baldırlarından boynuna kadar
Ben bildiğim bir kaç yarım yamalak duayı tekrarlıyorum.
Sonra bordo renkli kadife perdelerle kendini gizleyen bir odanın
En sana uzak köşesinde
Sana bişey demeden bazı sabahlar.
Ağlıyor, ağlıyor
Ağlıyorum.

Ölüm dediğin,
Toprağın yutkunmasıdır.
Ah!Ne acı.

Yaşamanın terk bahçesinde sen ve ben
Kendi içine kapanmış bir şiire kapı komşusu oluyoruz.
Uzun masa üstünde mavi bir örtü
Masa kahverengi
Kendi içine kapanmış şiirin yüzü bize dönük.
Ayakları bahçenin hafif yumuşak çamuruna saplanmış.
Masa uzun.
Üstü rakı dolu,
Biraz peynir
Ben yemem peynir hepsi senin
Bir dilim karpuz,
Çok severim karpuzu belki bölüşmem
Boşaldıkça bardaklar yalnız kalmaktan daha bir mutluyuz
Eskitiyoruz zamanı,
Sana ihanet bu biliyorum.

Eskiyen zamana inat sen güzelliğinden kayba uğramıyorsun.
Ama azalıyor gün be gün dönen dünyanın hızı.
Seni öpüp uygun bir yere naftalinliyorum.
Kimse bilmesin.
Dudakların nasıl güzel bir kırmızı.

Bir kucak dolusu mavi getirsem sana
Tramvaysız bir şehirde denize ulaşmaya çabalarken sen
Arakandan sinsi sinsi yaklaşıp
Maviyi bıraksam çantana.
Sana mavi yakışıyor çünkü.
Halbu ki deniz olan kentlerin havası biraz sarıdır
Biraz mavi her kent için mühimdir ama
Aşkın saf çağı bunun için ispat eder kendini.
Tamam kabul bu şiire hile karıştırmaktır.

Etinin çıkardığı gıcırtıyı etime iğneliyordum.
O vakit başka şiirde
Bir sufiyi darplarla gebertiyorlardı.
Mor işlemeli bir tülbent yardımıyla.
Sen ise köşelerden gizli gizli
Dudağında ki özü ağaçlara sürüyordun.
Farkındaydım.
Artık bahar gelsin istiyordun.

Suya sır olarak
Bunu konuşuyordum hep.
Çünkü lazım gelen budur.
Biliyordum.

20 Mayıs 2014 Salı

Ağlamıyorum karıcığım burnuma kokain kaçtı.


Bindiğim tüm vapurlar Kadıköy'e yanaşsın istiyorum!
Bunun pek tabi seninle bir ilgisi var.
Seninle ve geri kalan tüm esmer şeylerle.
Kürtler, çingeneler ve çikolata
Mevsimin sonbahar olmasına hiç aldırmıyorum.
Esmerliğin güzellikle bir ilgisi olduğunu
Düşünüp düşünüp duruyorum.

Tanıdın mı beni,
Büyük bir incir ağacının sol yanında varım.
Bir kayayı yırtmışım.
Bin yıllık koca gövdeli bir dilek ağacı
Kendisinden yılmış yaşlı kuzgunlara ev
Genç serçelere aşk yuvası dallarım
Bir kendi derdime ilaç bilmiyorum.
Toprağı seviyorum mesela
Ama hep yırtıyorum kalbini
Sert dallarımla
Ben bir dilek ağacıyım
Bin yıldan fazladır burda
Mevsim sonbahar şimdilik
Dallarıma bağlı çaputları döküyorum.

Ben eskiden gelirdim yanına
O sıralar bilmiyordum
Güzel biten bir şeydir.
Yan yana otururduk.
Turunç rengi battaniyen dizlerinde
Ben böyle kıyıdan kıyıdan süzerken seni
İşte tam öyle bir zamandı
Dudaklarına lavantadan bir mana yüklediydim.
O sebeple öpme istiyorum beni dudaklarımdan
Çünkü yükseklik korkum var benim.

Ağlamıyorum karıcığım burnuma kokain kaçtı.

23 Nisan 2014 Çarşamba

Öldürecekler Beni.

"ille görmek için mi beklenir güzel günler
                               beklemek de güzel"
                                     Cahit Külebi


Kaaverengi etinden bir düğüm çözüyorum.
Meme uçların çıkıyor ortaya.
Gül teyellenmiş koyu kaave meme uçlarını
Kapatıyorum.
Biraz utanarak
Ama üzülerek en fazla.
Kulağımda tanıdık bir hırlama tekrar ediyor.
Günaydın anlamına gelen
Ekşi bir çarşafa sarılmış iki çıplak ten
Birbirine uzak.
Zamanı ayrılmanın.
Yağmurun, şiirin ve şarabın.
Tam zamanı
Bir yığın kas ve kemik
Etimi ayakta tutmaya çabalıyorlar
Şimdi sığmıyor aşk kalplerimize bak
Bu canhıraş çaba, bu teslimiyet, vazgeçmek. Bu.

Ali bak Olga geliyor. Kendisi bu aralar çok yalnız!

Bir tatlı su ağzında görüyorum seni o vakit.
Beyaz bir misina titretiyorsun ufacık ellerinle.
Eski yoğurt kaplarını dolduran balıkları biliyorum.
Bildikçe ben balıkları
Bir avuç suda gördükçe kımıl kımıl
Biliyorum her seferinde tekrardan
Gerçeğin aksi bir varlık uzayan saçların

Ben yokken boynunu yağmurlar kaşısın!Stop.

Şimdi her anlamda ben bir eksik
Avuçlarım çözülüyor terden
Tuttuğum ne varsa düşüyor.
Ben çok eksik
Bir senin olduğun yerimden kanarım sanıyordum ben
Halbuki bak
Dudaklarının kasıklarımda ki eksikliğini
Açıklayamıyorum.

Berkin hiç kiraz mevsiminde sevişemeyecek Sait amcası.

Sonra bir bayram günü hevesi
Evet yalan bayramları sevmem pek.
Hele bu gün bir hevesimde yok.
Tarlabaşı'nda 46 numara kadın ayakkabısı satan
Bir ayakkabıcının önünden geçip
-Yazı ile Kırkaltı-
İlk sokağa sapabilirim.

Bişeyleriniz var mı abi?
Bunu yapabilirim.

Ben olmamış, hala ham meyvesi ağacın
En karman çorman dalın kuytusunda
Yüzü yeşil hafif al benekli
Olmuş mu acaba sorusu hep damakta
Ben eski, zamanı geçmiş.
Unutulmuş bir gramafon şarkısı
Ben kimim
Orospuları haklı kürtleri güzel bulan
Ve öperken sevdiğini
Dişlerini gıcırdatan.

Gitme!
Çok istiyorsan başka yerleri düşün.

3 Nisan 2014 Perşembe

He canım, kıtlık kıran... Ve Ahmed Arif'in olmayan ütülü gömleği

Yarın hatrımı sorsan ne olur, bu gün hevesimi kırdın bir kere

Solgun pembe dudaklarını aralayıp çıkardığı sesler ardı ardına geldiğinde bir anlam buldular.
Nihayet dedim. Nihayet anlamlı bir şeyler duyabileceğim.
Bir yılan tıslaması gibi ince bir gürültü o sırada tekrarladı kendini.
Bir başlarına eksik, beraber olduklarında ise hala yersiz sesler...
Bir saniyeden bile kısa süren bir sesti bu.
Kim bilir belki de sadece dudaklarını aralamıştı ve o sırada yatağa saklanmış bir yılan tıslamıştı.
Yılan gerçekti ses sanrı...
Boşverdim.
Bazen insanın hayatında saniyeler vardır cefasını bir ömür çektiği.
Bazı insanların hafızası ihanet eder kendilerine çünkü.
Hafıza bazen unutarak bazen hatırlayarak ihanet eder sahibine.

Kimsenin bir eşi yoktur hayatta ki
Avuç içlerindeki boşluklar birbirine uysun

Diye bağırdım yüzüne doğru.
Kahverengi suratının aldığı hali görmeliydiniz.
Görmeliydiniz, böylece bana da anlatabilirdiniz.
Ben göremedim çünkü.
Suratına bakmıyordum.
Sahi bir surat nasıl bu kadar kısa sürede böyle çirkinleşebilirdi.

Çirkinlik susmakla başlıyordu güzellik anlatmakla.
Çirkindin sen.
Senden adını geri alacağım bu gece.
Bu gece ismini haketmeeycek kadar çirkinsin çünkü.
Dişlerin dökülsün istiyorum, dişlerin dökülsün ki ıssırama yeşil ekşi sulu elmaları.
Yada ıssır bana ne.
Senle ilgili bir şey istemiyorum hayatımda.
Bildiklerimi unutmak isteyen ben
Unutmak istediğim ne varsa her gün bana fısıldayan sen...

"Eteğinde ki taşları dök bakalım"
İşin gücün buydu zaten. İşin gücün beni sorguya çekmek.İşine gücüne sokayım senin.
"Bir eteğim yok taşımda. Hem olsa da dökmem kafana vururdum"

Sonra grisini hiç unutmadığım bir bina geliyor aklıma.
Üstünde yavruağzı işlemeleri olan duvarları vardı.
Mersindeydi ben küçüktüm.
Adı petrol apartmanıydı.
Bunların hiç biri avlusunda Duygu'yu sıkıştırıp öpmemden daha mühim değil.

Keşke Duygu'yu görsem de bir daha öpsem.

Bu biraz geçmişi özlemekle alakalı sanırsam.
Şimdi ki beni seviyorum ama aşık değilim.
Sevmek yetersiz kalıyor benim için bu gün bunu anlıyorum.
Bu sebeple hayatın posasını çıkarana kadar yaşamak çok da gelmiyor içimden.
Otomatik pilot da idare edebilecek kadar yaşamak...
Bu güzel. Yormuyor. He deyip geçiyorsun.

Duygu'yu görsem tanımam bile.
Burda olsan seni de öpmem muhtemelen.

Hiç gerçekçi gelmiyorsunuz bu günler de bana.
İçinden gelmeyenlerin peşine düşen insanların samimiyeti kolonya gibi uçucu.

He canım, kıtlık kıran...

He canım. Biz böyle güzeliz. Olduğumuz kadar.
Böyle ana yemek yanında az pilav.
Yemek öncesi az çorba.
Bu kadar.

Özensiz olmak da güzel, düşünmeden yaşamak.
Diğer türlüsü sorumluluk demek.
Sorumluluğu kim sever.
Sevişip geçelim.
Geçelim sevişip.
Sadece sevişelim.
Sonra geçelim.
Senin dediğin gibi olsun bu sefer.

31 Mart 2014 Pazartesi

Ben seçilmem. Seçerim.


Balkonlarınız çok yüksek sizin, baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında, öyle görünüyor.

                                                                                                Birhan Keskin


Ulan Tayyip tüm solcuları Mansur Yavaş askeri yaptın, tüm eski devrimci abileri botokslu Sarıgül'ün fanboyuna çevirdin ya helal olsun sana. 

Sebep net. AKP bir konuda çok başarılı çünkü. Kendi siyasetini getirdi bu topraklara.İçinde siyasi pratik ve kimlik olmayan cıvık cıvık bir siyaset bu. Apolitik, içinde sadece kaygı olan bir siyaset jargonu. Yaşam tarzları üzerinden devam eden şantajcı montajcı, sığ kaba ve çirkin bir siyaset. Kendine hayran ve düşman yaratan bir sistem getirdi. İki kutuplu alterantifsiz muhalefeti bile kendisinin dizayn ettiği bir sistem... 

Sandık tabi ki bir son değil, bir çözüm değil… Bu bir darbe çığırtkanlığı değildir ama yanlış anlaşılmasın. Sokaklar bizim. Siyasetimizi orada yapcağız. Sivil bir şekilde şiirle dansla taşla gerekirse yumrukla olmazsa müzikle… Farketmez. 
Merdivenleri boyamayalım mı Kadir Abimiz seçildi diye. 
Her yıl aynı gün Ethem’in vurulduğu yere karanfil bırakmayalım mı Melih Gökçek hala var diye. 
Bizi ne ilgilendirir ki kimin seçildiği. Zaten kim seçilirse seçilsin bu sistem bizi ne yönetime ne karar süreçlerine dahil etmiyor ki. Sarıgül seçilse ne olacaktı. Yada Yavaş… Ne farkeder.Sistemi değiştirmekten yana oy kullanmayan sizlerin ağlaması çok da samimi gelmiyor kusura bakmayın. Farklı bir siyasi çizgi mi koyuyorlar ortaya. Sarıgül de üçüncü köprü yapacaktı üçüncü havalimanı yapacaktı, Kadir Topbaş'da yapacak. Sarıgülde Taşeron işçilerle dolduracaktı belediye'yi. Ne olacaktı sanki .Hala İstanbul’un arka sokaklarında kadınlar dövülecek transeksüeller öldürelecekti. Trafik kaos olacak betonlaşma artacaktı. Şişliyi görmedik sanki, bilmiyoruz hiç. Neyine üzüldünüz bu kadar anlamadım. Bir insanın tek vasfı birisine muhalefet olabilir mi. Siz size yöneteni seçin diye yapılan seçimde bizi şu yönetmesin diye sandığa giderseniz sonuç bu olur. Bu sebeple yüzde 4’de olsa bizim oyumuz sizin yüzde 90 oylarınızdan daha kıymetlidir bu ülkenin demokrasi tarihi açısından. Siz sitem içinde ki partilerden taraf olurken biz sistem dışına çıkabilmenin derdindeyiz. 
Biraz daha farklı yerden bakarsak CHP HDP’ye yükleneceğine MHP’ye yüklenseydi ya oy bölmeyin diye. Aynı parti değil mi bunlar. CHP ile MHP'nin temel siyasi çizgide ne gibi farkları var. Ankarada ki MHP oyuna bişey sölemeyip Sırrının İstanbulda ki 4’lük oyuna kafa takmak nasıl bir ikiyüzlülüktür. Çıkıp adam gibi kürtleri sosyalistleri LGBTİ’leri sevmiyoruz kardeşim desenize. Alevilerden huylanıyoz, ermenilerden gıcık kapıyoz desenize. Oy bölmesinmiş. MHP ile birleş o zaman. Zaten kimin eli kimin cebinde belli değil. Kılıçdaroğlu'nun yeni CHP'si buysa helal olsun. Hem oyu daha fazla MHP'nin hem de aynı partisiniz işte. Hangi konuda farklısınız delirecem ya. Kimse de çıkıp aga bu nedir demiyor. Analiz yeteneğinden yoksun verilenle doyan adamların sistem inşasından ne beklenebilir ki. Sonuç Sarıgülü Yavaşı size sol diye verirler sizde askerleri olursunuz. Ve buna bizi ne yazık ki AKP mecbur bıraktı. Saolsun basiretsiz muhalefetler  de buna çanak tuttu.
Herkes de sarıldı bu oy bölmeyelim saçmalığına hemde sağcısından solcusuna. Akp taraftarları daha koyu bir hal aldılar. AKP karşıtları da zaten çok sesliliğe demokrasiye tahamülsüzlüklerini o tek partili genlerinden dolayı bağıra çağıra dillendirdiler. Tatava yapma bas geç, oy bölme gibi sandığı,oyu, demokrasiyi küçük düşüren çağrılar ve baskılarla…
Tatavayapmacı abilerim ablalarım, sürekli küçümsediğiniz AKP ile işbirliği ve hatta çapınızdan büyük laflar edip vatan hainliği ile suçladığınız, hızınızı alamayıp taşla sopalarla kovaladığınız linç etmeye çalıştığınız HDP-BDP eksenli seçmenin nasıl oyuna iradesine sahip çıktığını gördünüz mü? Görmediyseniz bakın bir o topraklara. Sizin İzmir’le duyduğunuz ve her platformda paylaştığınız gurur var ya, adamlar kendi bölgelerinde ezdiler AKP’yi. Gezi de atıp tutuyodunuz ama bak Kürdistan Faşizme mezar oluyor. Ne zamanki bu sistem partilerine hayır demeyi öğreneceksiniz, ne zaman ki şu ülkeyi statükoya mecbur kılan, barış ütopyasını ve barış pratiğini bertaraf eden bu sermaye partilerinden vazgeçeceksiniz o zaman biz bir şeyleri başarabileceğiz.  Sorun sol oyların bölünüyor olması değil ki sorun sağ ve muhafazakar oyların tekelleşmiş olması. Demokrasi de oy dediğin eşy bölünmelidir zaten Doğası budur. İnsanın doğası budur. Milyonlarca insan nasıl bir şekilde temsil edilebilir ki. Ama tabi ki sistem partileri için demokrasi ve temsiliyet bir asıl sorun olmaktan uzaktır. Dert iktidardır. Güç bölüşümüdür. Meydanlarda gövde gösterisidir. Bakon konuşmalarıdır.
Balkon konuşmalarınız sizin olsun bakın Birhan Keskin ne demiş.
Tüm ezilen halklar için demiş hemde. Ne güzel demiş.

Balkonlarınız çok yüksek sizin, baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında, öyle görünüyor.
                    Birhan Keskin

9 Mart 2014 Pazar

Önümüz yağmur belli, üstünü kalın giy.

Şimdi avuç içlerin geliyor aklıma
Böyle zamansız geliyorlar hep, huyları bu.
Sonra gidiyorlar vakitsiz.
Yeleleri lavanta kokan atların sırtında
Koyu ve yeşil bir suyu izleyen
Patika yol boyunca

Seni götürüyorlar yada sen gidiyorsun.
Ben bir banka oturuyorum. Kendisi tahta
Denize uzak. Yeri böyle iyi.
Sen yokken inan bana.
Deniz bile çirkin.
Bazı atlar yarış bittikten sonra da koşuyorlarmış.
Duyar duymaz kendimi o atların yerine koyuyorum.
Bir gül tomurcuğu yutuyorum yarım bardak suyla
Gül göğsümde tıkanıyor.
Ben çöp dolu masaya öksürüyorum.
Bir hayvanı taklit eder gibi gürültülü
Pencerem bir başka pencereye bakıyor.
Penceresi bir başka pencere gören evlere sanki
Hiç bahar gelmiyor.
Bu aralar hep bunu düşünüyorum.

Gecenin bir laciverti var tam bu saatte
Görmelisin nasıl bir lacivert.
Suya değdiği yerde sonsuz siyah
Ve ben sen yokken korkuyorum karanlıktan
Gecenin lacivertinde beyazı söylüyor ay
Hiç durmadan.
Ben seni izliyorum duvar kenarlarında
Sırf bilme diye
Bazen kapı arasından.
Aynaya sığdığın kadarını görüyorum.
Üstündekileri sıyırışını etinden.
Tek tek.
Bir sen güzelsin böyle çıplak.

Utancı alnında boncuk boncuk biriken onyedi yaş güzelliği
Bu biraz analtıyor memelerinde ki kıpır kıpırlığı
Ahşaba dökülen misketlerin çıkardığı ses parmak uçlarında tıkırdıyor.
Durmadan.

Saç diplerine gömülü kelebeklerin
Kalp atışlarını duyuyorum sen uyurken.
Bir de tadını bazı geceler
Koltuk altında biriktirdiğin şekerlerin
Bir bir anımsıyorum.
Ve kil rengi diz kapaklarının etrafında yetişen
Pembe benekli mor mantarların
Kalbe şifasını bir ben biliyorum.

Sen kahverengi ile açıklanamayacak kadar güzelsin.


4 Mart 2014 Salı

Delilerden sen anlarsın seviş onlarla.


Mutlu olmak için bir sürü faktörün bir araya gelmesi gerekir.
Mutsuzluk için tek neden yeter.
Emrah Serbes.

Her nefes alışımda beynime beyaz beyaz toz zerrecikleri doluyor.
Beni mutlu ettiğini sandığım ne varsa beni delirtiyor,paranoyaklaştırıyor.
Zihnimin berraklığına gölge etmekten başka bir alameti farikası olmayan bu boktan hayatın her kısmından tiksiniyorum.
Sonra bir anda bu hayatı öyle çok seviyorum ki...
Dengesizlik kanımın içinden yavaşça akıp çeperlerime baskı uyguluyor.
Zonkluyorum.
Herhangi bir yerim değil zonklayan, benim. Bizzat ben zonkluyorum.
73 kiloluk bir zonkum.
Tir tir titreyen ellerimle sigara yakmaya çalışıyorum.
Ah bu ahmak ıslatan yağmurlar.
Dünya bana karşı bu günlerde herhalde diye düşünüyorum.
Sigarayı bırakamasam da bir süre mecburi ara veriyorum.
Delirmemek elde değil diyorum kendime.
"Bu boktan dünyada delirmemek elde değil..."
Yaşamak savaştır demiş Seneca. Ne ala.
Daha mühimi ve hatta daha acısı şu ki bu savaşta sana doğrultulan silahların tetiğinde hep en sevdiklerinin işaret parmakları oluyor.
Sonra diyorum ki ne kadar kolay değil mi?
Tüm dünyanın sana karşı olduğuna inanmak ne kolay.
Hiç bir yanlış yapmamana  rağmen seni üzen insanların varlığı içten içe mutsuzluğuna bir kalkan oluyor değil mi diyorum.
Kendime diyorum.
Aynada.
Sonuna da ağız dolusu bir puşt ekliyorum.
"Kendine gel"
Sonra bakıyorum ki kendime gelmemin bir manası yok.
İnsan yalnızken neden doğru olsun ki.
Doğru olmak iletişim ve ilişkilerimizin devamı için zaruri.
Yalnızım zaten diyorum, doğru olmaya ne gerek var.
Bırakıyorum doğru olmayı.
Bir banka oturuyorum.
Bankın üzerinde silinmiş bir yazı güçlükle okunuyor:
"Saffet Semerci bu bankta delirdi".
Cebimden çıkardığım anahtarı bir hattat inceliği ile harflerin damarları arasında var gücümle bastırarak gezdiriyorum.
Yazı belirginleşiyor.
Artık herkes bu bankın bir deliye ev sahipliği yaptığını bilecek diyorum.
Bileceksiniz ulan.
Bankın ağacın altına düşen kısmına oturuyorum.
İlk iş cebimden çıkardığım telefonumu yanıbaşımda duran çöp kutusuna bırakıyorum.
Kravatımı sıyırıp yanımda ki meşe ağacının gövdesine sarıyorum.
Sonra onca yeşilin içinde tek başına bembeyaz duran bir papatya görüp ona sarılmaya çalışıyorum.
Kollarım çok büyük, sevmek isterken papatyayı öldürüyorum.
Bu beni kahrediyor.
Tekrar banka dönüp bir sigara yakıyorum. Ölmüş papatyayı da bankın üzerine koyuyorum.
Ağlıyorum.
"Seni sevmek istemiştim sadece"
"Konuşmayayım diyorum ama bu yaptığın çok ayıp. Sırf beni cezalandırmak için öldün biliyorum"
"Ölmesen olmaz mı"
"Söz hiç bir yaprağını koparmayacağım."
"Ey papatya hiç güzel şeyler ölür mü. Hadi tatlım kalk ayağa"
"Papatya ne olur"
"Kalk lan hayatını siktiğim. Kalk. Yeter işte. Bok gibi hissettim kendimi kalk artık."
"Siz ne bakıyosunuz lan amına koduğumun çocukları"
"Siktir git sende teyze ya"
"Teyze özür dilerim öyle demek istemedim."
"Papatyam ölünce birden..."
"Teyze..."
Parça parça deliriyorum.Farkındayım.
Delirirken ağzımdan çıkanlar bir havai fişek gösterisini andırıyor
Ben barut fıçıları üzerinde raks eden adem oğluyum. Ağzımda sigaram. Düşürüsem bomm.
Ama korkmuyorum.
Korkmak akıllı adam işidir.
Sadece çok üzülüyorum.
Üzülmek deli adam işidir çünkü.
Herşeyden hiçe dönüşümü izliyorum.
Süblimleşiyorum. Bitiyorum. Kaybediyorum.
Anahtarımı alıp bankta yazan "Saffet Semerci bu bankta delirdi" yazısının altına bir not düşüyorum.

"me too
04.03.2014"