26 Nisan 2011 Salı

henüz bitmemiş bir kitabın başı


Şair olup kalem tutacağıma cesur olup silah tutsaymışım her şey daha kolay olurmuş; bu gün anlıyorum.
 Sabah uyanır uyanmaz aldığım gazetede, büyük puntolarla yazılan manşet nasıl da zorluyor göğüs kafesimi; bilemezsiniz.
         İhtilal…
         Tanıdığım ve bilhassa çok sevdiğim birkaç dostumun fotoğraflarının altında bir sürü kelime duruyor, inanın hepsi yumruk gibi; idam, müebbet, komunist…
         Güldü mü gözlerinin içi gülen Temmuz, bağlama çalarken bisiklete binen bir çocuk gibi neşelenen Mahir ve esmer elleri ile yediğim en güzel helvayı kavuran Dicle… Sanki ben hiç içmedim onlarla, konuşmadım sabahlara kadar, hiç tanımadım bu insanları. Bir sürü ipe sapa gelmez şey yazılıyor fotoğrafların altında ama benim canımı en çok o dört harfli olan kelime acıtıyor.
         Hain…
         Nasıl derler bunları bilmiyorum, anlayamıyorum da. Gazete haberinde olan olmayan herkes, halk, biz, inananlar, hain değildik. Hatta belki de haddinden fazla sevmiştik ama kesinlikle hain değildik. Romantik, belki…
        





Sigaramı hızla ağzıma götürüp hırsla çakıyorum kibriti. Dikkatli bir şekilde okuyorum yazılanları.
İhtilal diyor gazete, asker diye bağırıyor, postal sesleri vuruyor şakaklarıma, silahla barış getirmek isteyenlerin yüzlerini görüyorum midem bulanıyor. Halk diyorlar. Çok diyorlar, çığırından çıkmıştı her şey. Diyorlar. Bu sebeple biz asker olarak bir müddet -ki bizim gibi düşünenler huzura erene kadar- bu ülke için tehdit olan herkesi öldürebiliriz.
         O an anlıyorum işte, dünyanın en komplike ve gaddar mafyası olan devlet, kılıcını kınından çekmişti artık.
Biz tehdittik ve devlet tehditlere asla boyun eğmezdi.
Sırf Nazım Hikmet okuduğu için dayak yiyenlerimiz vardı, artık sırf insan olmamız bile dayak yememiz için geçerli bir sebepti. Hem dayak yemek bir lütuftu, çünkü öldürmek daha az zahmetliydi.
Sıra bana da gelmişti. Çok önemli bir adam olduğumdan katiyen değil ama bu ülke için kafa yormuştum. Ve devletin ilk görevi milletinin yorgunluğunu almaktı. Kellemi alacaklardı, biliyordum. Bir gece de bir sürü insan hapishanelere doluşturulmuş, bir sürü kitap yakılmış, bir sürü aile yıkılmıştı. Ölenlerin kanları, ağlayanların gözyaşları, devletin çimentosuydu sanki. Artık bekamız sarsılmazdı ve bunca yıldır heyula olan tehdide artık hadi oradan demenin vakti gelmişti.
34 yaşındaydım henüz ve eminim ki yeterince sevişmemişimdir bile. Bu korku gelip bağdaş kurdu zihnimin köküne. Henüz yeterince ot içmedim, annemi öpmedim. Babam öleli henüz bir yıl olmuştu, henüz onu bile çok özlememiştim. Bir kere asker silah sıktımı garibana, ölen babanızı özleyecek zamanınız bile yoktur artık.
Ya kaçacaktım ya ölecektim.
Ama sizin de babanız benim kadar bıyıklı olsaydı başka ülkede onu isteseniz de özleyemeyeceğinizi bilirdiniz. Babam demişken, aslında özledim. Eskiden vardı o, sigara kokan parmakları ile kapatırdı burnumu beni severken, sakalları çizerdi yüzümü. Sıcacık nefesi ile oğlum derdi yüzüme karşı, hafif anason kokardı, hafif sarımsak. Fena severdi ama beni, annemi, kardeşimi. Kurşunları sevmezdi, polisi sevmezdi. Ne yaparsın hayat işte, ölürken yanında ne ben ne annem vardı ne de kardeşim ama vücudunda bir polisin silahından ateşlenmiş iki tane kurşun vardı.
Tarih bir mayıstı.
Babamın bayramıydı.
Cenazesini almaya gittiğimizde polis beyler bir poşetin içinde saati ve cüzdanı ile beraber vermişlerdi o kurşunları da.
Dan dan.   
         Alıp eve götürdüm kurşunları. Günlerce konuştum onlarla.
Nasıldı dedim kalbine girene. Nasıldı babamın kalbi söyle ne olursun ben neresindeydim.
Ne düşünüyordu dedim beynine girene. nasıldı aklı babamın karışık mıydı, korkuyor muydu ölmekten.
Annem çok ağladı ardından, kolay mı hayat arkadaşı. 30 yıldır aynı yatakta uyuduğu seviştiği adam ölmüştü. Bir kadın hayatında ne yaşıyorsa hakkını verir; hüznün, aşkın, neşenin, karamsarlığın. Annem hepsini tek yüz ifadesiyle gösteriyordu karşısındakine, sinirini, öfkesini, özlemini. Dedim ya kolay değil, hayat arkadaşı işte.





Kardeşim de çok üzüldü neyse ki o şanslıydı, üç ay sonra öldü de kurtuldu.
        
Kardeşim Deniz. Nasıl yakışıklı bir oğlandı, görmeliydiniz. Henüz 21 yaşındaydı. Tek gayesi bir avukat olmaktı. Kendisinden yarım asır önce yaşamış ve ölmüş bir kahramandan almıştı adını, hakkını vermeli inatla dövüşmeliydi. Hali hazırda devrimci şair bir ağabeyi ve devletine öfkeli bir devlet memuru babası vardı. Son üç ayı babası yoktu ama olsun, öncesi vardı.
Bir gün okula diyerek çıktı evden. Ben bir şiir yazıyordum. Geldi bir göz attı evden çıkmadan. Adı ne şiirin dedi. Mitralyöz dedim. Çok sert dedi. Ne olsun dedim. Devrim dedi. Gözleri öyle ışıldadı ki, sarılıp ağlamak istedim. O inanç insanı ölüme götürürdü çünkü biliyordum.
Benden cesurdu kardeşim, ben sadece ağdalı kelimeleri ardıardınadizip kelimecilik oynuyordum.
Her şiirimde yüzlerce insan ölüyordu ama terliğimle duvardaki örümceğin bile hayatına son veremiyordum ben. Ama olsun ağabeyi idim ve sırf bundan mütevekkil başka seviyordu beni. Kardeşim Deniz, nasıl yakışıklı bir avukat olacaktı, şerefsiz bir mermi boynunun kenarından girip sağ yanağından çıkmasaydı. Üç ay olmuştu tam polis beyler tarafından telefonumuz çalmayalı. Annem açtı,sustu,ölür gibi oldu,sustu. Kapattıktan sonra telefonu döndü bana “ne zaman” dedi.
“Sen ne zaman öleceksin”.
 Hiç demeyi ne kadar çok isterdim anne, sen ölmeden ölmem demeyi. Ama hepimiz biliyorduk ki artık yaşamak tavlada üst üste iki kere düşeş atmak kadar küçük bir ihtimaldi. Dedim ya devlet bir kere sıkmıştı kurşunu ve adresi belliydi.
         Sonraları gelen gidenimiz çok oldu. Babam için gelenler azaldığı anda kardeşim için gelenler arttı. Herkes ağız ucuyla konuşuyordu. İçlerinde “aslında biraz da sizinkilerde suç” demeye getirenler vardı. Dinlemiyorduk onları, gözlerimizi kapatmıştık görmüyorduk. Ta ki bir gün o geldi. Zehra. Kardeşimin sevgilisi, ağlamıyordu çok fazla. Annemin elini öpüp kırdı dizlerini annemin oturduğu sandalyenin dibine. Bir ağladı ki biz bir ev dolusu adam o kadar ağlamamıştık. Çok ağladı. Neden dedi neden devletim tam kalbimin ortasına kurşun sıktı. Neden sıkmasın ki dedim.
Neden?
         Önümde duran gazetelerden kaldırıyorum kafamı, kocaman puntolarla bir meydan okuyuştan ibaret olan sayfanın tam ortasında söndürüyorum sigaramı. Son bir yılda kardeşim ve babamdan sonra artık yavaş yavaş tüm dostlarımı da kaybedecektim.
         Ben Sinan. 34 yaşındayım ve ölmemek için kaçmam lazım. Çünkü haddinden fazla tehlikeli şiirler yazıyorum ve yaşamak bana yakışmıyor.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Dünyanın en güzel “sevgilim” diyen kadınına



yaşamak için sebeplerin hep olacak. 
inan bana                            

                                                                      


Gözlerinde öyle bir şey saklıyorsun ki sevgilim
Nefret desem Hitler’e ayıp, acı desem anneler alınır
Öyle bir şey ki bu
Hepsinden farklı ve hepsinde fazla
Gözlerinde bir şey var sevgilim gözlerime değen
Ama böyle nasıl yakıcı
Nasıl karışık gibi aşkla

Gözlerinde annen var sevgilim
Annen var göz bebeklerinin tam ortasında
Böyle sanki kırgın gibisin ona
Sevmek değil bu sevgilim
sevmek desem hakaret olur mecnuna
Sevgilim boş vermişlik bu tam tamına
Küslük değil bu daha çoğu
Üstünden bir tankla geçmek ister gibi bir şey bu
Paslı bir kamayla oymak kalbini
Öldürmek gibi anneni henüz kırklı yaşlarında
Ama yapamazsın biliyorsun
Çünkü en çok sen ağlarsın mezarının başında

Gözlerinde baban var sevgilim
Nasıl karışık kafan belli dudaklarından
Ham meyve gibi büzüşen dudaklarından
Nasıl öpmeyeyim sevgilim nasıl anlat bana
Baban deyince gözlerini kaçırman tam da bundan.

Gözlerinde aldanmışlık var sevgilim
Tam da babanın yanında
Üzülmek var ve yanlış bir şeye inanmak
Hayal kırıklığı var kor gibi hem de
Sımsıcak
Allah var tam yanında kim bilir ne alakası var
Ailen duruyor sevgilim gözlerinin tam ortasında
Eski bir fotoğraf gibi ucundan kıvrılmış
Ve bantlamışsın yırtık yerini tam ortasından

Gözlerinde kalabalıklar var sevgilim
Ve kalabalıklar gözlerinden geçiyor hızlıca
Seviştiğin sarıldığın dertleştiğin herkes geçiyor
Kalmamaları seni delirtiyor sevgilim biliyorum
Ama inan bana
-ki sende biliyorsun-
Bir gün her şey muhakkak geçiyor