24 Şubat 2014 Pazartesi

Kedi.

                                             Hayvanları seviniz diye şiirin adı kedidir.
                                            Şiir de katiyen kedi lafzı geçmemektedir.

Kimbilir ben kimimdir.
İşittiğim tüyler ürpertici borazandan korkan ben!
Yada sinen bir kanepenin en köşesine.
Cenin gibi büzüşüp.
Sen kimsindir ya da
Göğün altında dans eden kız çocuğu,
Yürürken sevişirken öpüşürken dans!
Kanımda tefler çalan küflü çingeneleri öpen ben.
Hani yeşil saçlarını dere kenarında yıkayıp
Güneşte kurutan çingeneleri öpen.
Ve Rimbaud okuyan sarı bir Pazar günü
Okuduklarını sevdiği kadına heyecanla tekrarlayan ben!
“l’amour est à réinventer.
(Aşk yeniden icat edilmeli)
Sevdiğim kadın sen,
Saç örgülerinin arasında kelebek yuvaları saklayan sen!
Sürçmediğim bir dilin Tanrısı ben,
Korkunç güzel parmaklarınla etime çiz kaderimi istiyorum.
Padişahların cüceleri eğlendirdiği bir yer olana dek dünya
Tekrarla dur kendini. Çoğal şu sonsuz boşlukta. Bitmeyecekmişçesine
Tarihe düşülmüş en esmer şerh olarak kal.
Gördüğüm en mor menekşeyi göğsüne gömen kadın olarak.
Memelerinin menekşe kokması da işte bundan
Sonra kırılan gıçların çıkardığı sesleri toplasın ellerim.
Her sabah uyandırmak için seni.
Benim ellerim. Sahi ben kimim.
Uçuk pembe bir kuş suya insin
Paslı bir papatyanın içinden geçerek hemde
Papatyanın zehri karışsın toprağa
Sonra suya
Uçuk pembe kuş zehirli papatyayı geçerek paslı suya soksun kafasını.
Sen ise suya inen ceren
Bu durum hep böyle sabit kalsın.
Üzgün bir karanfil gibi göz kapaklarını bük sende.
Kendimi bu kadar sanıyordum ben eskiden.
Çirkin, eksik ve sancılı
Sancı doğası gereği köşegen
Ve sancı kesin.
Sızı kati.
Nasıl desem
Üçbeşhane bir kent oluveriyordu.
Olu veriyordu.Almıyordum.
Şimdi başka anlamlar bulmalıyım diyorum hayata ilişkin
Kırmızının aslında ne kadar kırmızı olduğu gibi

Al bak senin için temmuz getirdim
Bıraktım ortasıne kentin
Gül artık.

12 Şubat 2014 Çarşamba

O biçim bir hikaye bu.

           İnsanın her şeyi yapabilecek gücü olmasına rağmen 
             hiçbir şeyi değiştirebilecek kudreti olmaması  üzerine bir kitap bu. 
             Şairin dediği gibi yani;

             Ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün…

                Numquam potest non esse virtuti locus

                 ( Cesaretin yersiz olacağı hiçbir durum yoktur)

                                            Medea, 161        


                      Çok eğlendim. Teşekkür ederim. Hoşçakalın
                                            Romain Gary


Kendimi sevmiyorum. Ama erkek olduğum için sevmeden sevişebiliyorum. Bu sebeple kimse mastürbasyon konusunda beni suçlayamaz. 
Sokağa çıkıp yürümeye başlıyorum.
Gideceğim yer belli ama yolda fikir değiştirip Suphi Abi'nin dükkanına doğru yol alıyorum.
Dükkana girer girmez taze demlenmiş kaçak çaydan bir bardak dolduruyor Suphi abi.İçine bir tutam karanfil attığı hemen belli oluyor.Dudaklarım uyuşuyor. Hiç beklemeden bir sigara sarıyor.Suphi abi bir acayip adam... Sonra başlıyor konuşmaya.
-Bırak o amerikan sigaralarını. Halis muhlis Adıyaman tütünü.Çelikhan. Bak hele kız gibi kokuyor. Sapsarı kız gibi.
-Bir de neden sürekli öksürüyorum diyorsun.
-Ne alaka koçum. Öksürtmez bu.
-Öksürten tütün değil tütünü bu kadar seviyor olman.

             O sırada kapı açılıyor. Günün ilk müşterisi Suphi abinin iki katlı derme çatma sahafına giriveriyor. Ahşap merdivenelerle çıkılan ikinci katta olduğumuzdan Suphi abi açılan kapı sesi ile birlikte hemen aşşağı koşturuyor.
-Tut şu sigarayı gelecem. Hem sarma sigara bu bırakınca sönmez.
Suratında ki mutluluk ifadesi liseli bir kızın ilk cilvesi gibi tatlı duruyor. Tamam diyorum.
Aşağı inip müşteri ile konuşmaya başlayınca bir kız sesi geliyor kulağıma. Sesin sahibini merak ediyorum. Suphi abinin Ahmet Kaya'nın ilk sazı olduğunu iddia ettiği bağlamanın altındaki sedirden kalkıp merdivenlerin ucundan kafamı uzatıyorum.

              Bu dakikadan sonra olanları sonradan hatırlıyordum.


Suyun üzerine düşen bir damla yağlıboya gibi halka halka dağılıyordum. Midem içine sopa sokulmuş arı kovanı gibiydi. Terliyordum. En çok ellerim terliyordu. Avucumun içi Hint Okyanusu kadar derindi, ellerimi tutsan boğulurdun. O kadar çok terliyordu ki avuçlarım, parmak uçlarımdan bozuk ahşapa dökülen damlalar uzaktan bakan biri için küçük çapta bir şelaleyi andırıyordu. Emindim.

 Suphi abi içeri giren kızın yanına yaklaşıp sordu:         

-Aradığın bir kitap var mı kızım?

Ahşapa dökülen bir avuç misket gibi çoğaldı sesi Kadıköy’ün ortasında. 19 Mayıs Bandosu gibi gururlu bir ses sızıverdi dudaklarının arasından… Ben o an olduğum yerde yüz kilo aldım, kollarımı hareket ettiremiyor, olduğum yerden bir adım dahi ilerleyemiyordum Kıyamet kopmuş, sur üflenmişti. Koşturmaktan al al olmuş yanaklarına düşen ip gibi incecik saçlarını eliyle omuzlarından gerisin geri savurdu.

-Dünyanın En güzel Arabistanı…
Sustu sonra. Suratı Kolombiya Kahvesi gibi sert hatlarla çiziliydi. Gülüşü ise bir damla süt gibi bembeyazdı. Yüzünde ki sertlik gülücüğü ile yumuşuyordu. Sütlü kahvemdi o benim. İki yanağının ortasında simetrik duran gamzeleri Tanrının mühürü gibiydi. Gözleri hurma yanakları elmaydı…
Aşktan mahvolmuştum. Parça parça dökülüyordum. 

 Adem'i elma ile sınayan beni seninle deniyordu sevgilim.

Aldığı kitabı poşete koymadan çantasının içine atıp dükkan çıkıvermişti. Döküldüm arkasına. Suphi abi nereye diye sormadı. Profesyonel bir mecnudu o sonuçta. Aşkı nerde görse tanırdı.
Rıhtıma doğru yürüyorduk şansımız vardı Kadıköy’deydik. Hangi sokağa sapsak önümüz mavi… Kadıköy’de her sokak denize dökülüyordu ne de olsa. Yürüdü biraz, yolda iki farklı selpak satan kıza para verdi ama sadece birisinden selpak aldı. Büfe’nin birinde durup bol fotoğraflı ama az yazılı dergilerden aldı. Bir de slim sigara… En hafifinden. 
Kadıköy’den modaya çıkan yokustan sola girdi… Cemal Süreyya sokak… 
Yavaş yavaş yürüyordu. Pencere pervazında yürüyen kedi gibi bir havası vardı. Yeşil eteği, dizi ile incecik ayak bileğinin arasında bir yerlerde bitiyordu. Hızlı hızlı koşturuyordu bende arkasından gidiyordum. Çok fazla polis filmi izlemiş olmamın avantajını kullanarak arabaların arasına saklana saklana ilerliyordum. Ne yapıyordum nereye gittiğini görsem nekazanırdım neden burdaydım... Bilmiyordum. Bir havası vardı ki, yürüdükçe her şeyi girdabına katıpyanında sürüklüyordu. Sonra birden ayağı takıldı. Cemal Süreyya sokak tabelasının hemen altında ki kaldırımın üzerine düşüverdi. Sanki ikinci kattan bırakılanbir kuş tüyüydü. Salına salına düştü. Koşuverdim yanına.

- Elinizi verin lütfen.
- Teşekkürler. Ayağım acıyor ama.Bir anda dengemi kaybettim. Nasıl olduğunu anlamadım bile.
Yüzü limon gibi olmuştu.Canının acıdığı belliydi. Ayağını dizlerimin üzerine aldım:
-Bakayım bir isterseniz doktor sayılırım ben.
-Desenize iyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş.
-Ayağınıza geldim.Bu arada mazur görün ama bileğinize bakarken ufak bir... 
- Acıdı.Öyle çevirince acıyor.
Lafımyarım kalmıştı.
- Böyle acıyor değil mi? Tamam anladım. Durun biraz, bir kaç esnetme hareketi yapmalıyım sonrasında bir şeyiniz kalmayacak. Hafif bir burkulma sadece...
Zaman kazanmak için saçmalıyordum. Güvencem bildiğim bir gerçektendi. Acı insanı çaresiz kılar. Ve çaresiz insan her ışığın peşine düşer. Ne desem yapacaktı.
- Bu sırada aklınızın dağılması için size ufak bir hikaye anlatayım istermisiniz? Acınıza odaklanmamış olursunuz hem.
- Tabi ama ayağım ağrırken arada kopar dinleyemezsem kusuruma bakmayın.
Acımıza rağmen nasıl zarifiz.Aman Allah'ım!
-Ne mühim. Sizin dinlediğiniz kadarı önemli zaten dinlemediğiniz kelimeler kesin çirkinlerdir.
Dünya saçmalama rekorunu kırdım.Bayrak bendeydi. Devam ettim.
-Burası Cemal Süreya Sokak. Hikaye o ki Süreya ölmeden önce aşk ile ilgili bir şiir yazıyomuş ve en güzel şiirim bu olacak diyormuş hep. Bitiremeden ölmüş ama. Lakin bir gün ki ölmeden iki gün önce olduğu söyleniyor, şiir açık penceresinden sokağa fırlamış. Rüzgarlı bir günmüş ve kaldırıma düşüvermiş. 
Saçmalıyordum kanım hızlı akmaya başlamıştı. Midem karıncalanıyordu. Ben ne yapıyordum.
Bir süre sustum. Yutkundum. Takriben yedi saniye...
-Evet devamı var mı?
-Ben ne şanslıyım ki Süreyya'nın bitiremediği ve buraya düşürdüğü en güzel şiirini o öldükten sonra bulan ve okuyan ilk adamım.
-Gerçekten mi? Nerde peki şiir.
-Sensin.
Ağzımdan öle çıkıverdi. Utancım lav oldu taştı göğsümden, mahcupluğum zülfikar oldu alevlerde ısıtılıp ısıtılıp gözbebeklerimi çizdi. Dudaklarım 7.4 şiddeti ile sallandı. Gözlerim karardı. Kalkıp koşmaya başladım. Arkada nasıl biri bırakmıştım acaba,düşünecekzamanım yoktu. Bir deliye rastladığını düşünüyordu eminim. Bir manyağa beki bir sapığa... Yerin dibine girmiştim. Bir ses böldü koşumu ve bitmez utancımı;
-Siz nerde doktorsunuz bu arada.Adınız ne bir de ?
Battı balık yan gidermiş ne de olsa.
-Adım Taylan. Ve doktor falan değilim asker de sadece revir de nöbet tutmuştum. Hepi topu yedi kere.
Koştum. Cehenneme doğru koşar adım ilerliyordum. Ama bilmediğim bir şey vardı ki aşık adam için yer kabuğu dünyanın en hızlı yürüyen merdiveni olurmuş ve aşık adam daima ters tarafa koşmaya çalışırmış. 
Bir baktım o kadar koşmama rağmen aynı yerdeyim.
Koşarken durup arkamı dönüyorum. Derin bir nefes alıp soruyorum. 
-Sizin adınız ne?
-Di.
-Nasıl Di. Nota gibi mi yani?
-Nota mı?
Cevap vermeden koşuyorum.
O gün Kadıköy'de zaman benim için durmuştu fakat ben henüz bilmiyordum.    
Öğrenecektim.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Ben aksarsam sepet düşer, kırılır içindeki tüm yumurtalar...


Herşey aslında başladığı noktadan ibaretmiş.
Gerçek bir zihin bulanıklığı gibi.
Gerçeğe ulaşmak için bunca çaba... Hakikat peşinde düşdüğümüz pejmurde durum...
Balçık gibi bir çirkinlik.
Sana dikilen kıyafeti sevmediğin zaman naparsın. Giymek korkak adam işi...
27 yaşını bitiricez şurda çok kalmadı ve bu güne dek nedense hep korkak adam oldum.
Cesaret genlerimde yok herhalde, başka türlü açıklayamıyorum.
Hep buna inandım.
Dünyayı değiştirecek inancı olupda kendi hayatını güzelleştiremeyen bir korkak...
O sebeple hikayemde yüklem az. Hep bir üç nokta...
Sonu yok çünkü.
Her erkeğin hayatında büyüdüğü durumlar vardır.Yaştan bağımsızdır erkek için büyümek.
Kimisi 4 yaşında kendisine masal anlatması gereken babasının yüzüne bastığı yastıkla büyür.
Babasının bacağında gezinen elleri ile...
Bazısı Kırk yedisinde annesi ölünce...
20'li yaşlarında askerde erkek olur kimisi...
Ben hep erken büyüdüm sanardım kendimi.
Kendi hayatına dışardan bakamayan her adam gibi kendimi fazla sanardım.
Annem ile babam olmadan geçen çocukluk büyüttü bizi diye ahkam kestiklerimden bir bir utanıyorum şimdi.
Kendi hayatımla ilgili bir tasarrufu olmayacak kadar çocukmuşum aslında.
Arkadaşlarımın, sevgililerimin veya herhangi birisinin...
Herhangi birisinin benim için tanımladığı ve dayattığı durumu hiç sorgulamamışım.
Kötü demişse kötü olmuş af dilemişim.
Terbiyesiz dendiğinde öyle değilim dememiş utanmışım terbiyesizliğimden.
İnşa edilen tüm ilişkilerin harcı ben olmalıymışım gibi hissetmişim. Görevim bu sanki.
Bir ilişkinin yürümesi için kabul etmek gerekir gibi bir saplantılı fikir beynimde kalbimde yer etmiş.
Eskiden hayatımda çok önemli olup şimdi olmayan kim varsa;erkek kız sevgili arkadaş akraba...
Ne zaman ki ben yorulmuşum ve bitmişler.
Denge hep benim omuzlarımda olmuş.
Ben aksarsam sepet düşer, kırılır içindeki tüm yumurtalar...

Bir hafta önceydi. Ben hikayenin geri kalanında olay anından dün diye bahsedeceğim ama. Şaşırma.
Geçmişi dünden fazla sanan insanlar kinci olur çünkü.
Detay öfkeyi cilalar.
Dün geceydi. Saat gece üç olsa gerekti...
Bir kız arkadaşım vardı. Güzel miydi?
Buna ben cevap veremem. Aşık adam taraf tutar çünkü.
Mor koltğun ortasında bembeyaz duruyordu.
Sümbül yaprağına düşen sepken gibi kayıp gidecek bir güzelliği andırıyordu.
Bilirdim çünkü böyle şeyler uzun sürmezdi.
Suratında bir şey vardı, bir ifade.
Ne desem sorun olacaktı, belliydi. Böyle zamanarda susulmasını bilip de susamayan kim varsa şu anda bundan sonrasını okumasın.
Size bildiğiniz şeyi anlatmak istemem.

-Neyin var.
Cümlenin sonuna soru işareti koymak yerine kahvemden bir yudum aldım. Sıcak bir şeye ihtiyacım vardı.
Bir şey yememiştim.Midem bulanıyordu.
-...
Konuşmak yerine sigarasından bir duman daha alıp tırnaklarını törpülemeye devam etti. O kadar sinirli törpülüyordu ki tırnaklarını...
Mor koltuğa dağılan tırnak tozları yüzünden tüm oda bir dişçi muayenehanesi gibi kokuyordu.
-neden böyle yapıyorsun?
Bu sefer soru işareti koymuştum. Çünkü gerçekten anlamıyordum.
-Bitsin mi?
Sonuna soru işareti koymamıştı ama.
Kadınlar böyle durumlarda soru sormaz haber verirler.
-Ney bitsin.
Umudum kalmamıştı. Konuşmaya başladı.

9 Şubat 2014 Pazar

Hallelujah!Ah. #okkibbyegezi


Merhaba!
Ben Olga bey, Ruhi beyden çirkinim mesela.
Sonra siyahtır içim,
Dışım siyah.
Dört bir etrafım.
Siyah işte.
Bildiğiniz siyah!
Renklerin en pütürlüsü.
İçinde ah olan tek renk. Yazık ona.
Sonra çözülürüm ben, genelde memelerinde kadınların
Sonra utanç tanelenir yanaklarımda
Ben sevişmeyi hep ayıp sanan kentin çocuğu çünkü
Rühi Bey
Merhaba!
Ben Olga bey.
Bizi tanıştırmadılar daha.

Bu Selin,
Esmer.
Sesinde ki en ince nota
İşte evraka'daki heyecan gibi. Çatallı.
Dişlerinde tuttuğu can,
Biraz sembolik bir can o da.
Ruhi bana bak.
Selin diyorum sana.
Selin.
Bu evde dili dirseğine tek değen.

Ve bir sürü başka insan Ruhi Bey.
Siktir edin ama. Selin yeter.
Selin güzeldir çünkü Ruhi Bey,
Bir hali vardır uyku öncesi son esneme gibi
Bir hali ki,
Sonrasında iş sizi aşar.
Ruhi Bey,
Kadınlar güzeldir fakat Selin
Nasıl desem.
Topukları sütte bekletilmiş kadar yumuşaktır mesela
Ama kokusu anason.
Çarpar.
Selinin dudaklarında Ruhi Bey,
Başka bir hayat var.

Ruhi Bey,
Hep yanlış ayakkabılar seçiyorum hayatta.

Şimdi gelelim bu kübik şekilli acının ilk toz parçasına
Dökülen halıya.
Keserken bir ruhu ortasından
Kalın yarıklar ile hava aldırırken tene
Hani masanın köşesinde çoğalan rakının hiç bitmeyişi gibi
Gece geç saatte yamuk yumuk sardığım sigara
Ruhi Bey bir fırt alın sizde. Ne olur.
İçmem ne demek için lütfen
Güzel kadınlarla sevişmeyi bilirsiniz ama

Teessüf ederim.
Dumandan korkan günah işlemesin.

Evden çıkarken,
Döner dar merdivenli bir apartmanın üçüncü katı
Bir odası siyaha bakan.
Rutubeti eksik olmayan yaz kış.
Bir ev. Yuva değil ama.
Çıkıp giderken ben
Ruhi Bey,
Fırınların ve terzlerin önünden geçerek her sabah
Her akşam,
Berberlerin.
Evime dönüşüm.
Gözünüz aydın Dünyanın yüzdeyirmibeşi
Çimento artık.
Ruhi Bey konuyu dağıtmıyorum.
Sadece biraz kafam karışık.

Ayağıma olmayan ayakkabıları hep buluyorum.

4 Şubat 2014 Salı

Anne,koli,depresyon ve zeytinyağı



               Dün gece saat 03:00 sularında canım çok acıyordu. Sürekli hayaller kuran her insanın paylaştığı makus kader gelip beni de bulmuştu. 25 yaşındaydım ve hayal ettiğim şeyleri o kadar çok hayal etmiştim ki bu güne kadar olmamaları beni mutsuz eder duruma gelmişti. Çünkü artık hayallerimin hepsini sonuna kadar hakettiğimi düşünüyor ve olmamalarına çıldırıyordum.
                Neden sanki her tatilimi İbiza’da ya da bilemedin Barbados adalarında geçirmiyordum.
                Pahalı saatler takıp sürekli bronz tenim, beyaz dişlerim ve adonis kaslarımla ortalıkta cirit atamıyordum. Oysa ki çok zor değildi bunların hiç biri sadece biraz para gerekiyordu. Sonrası kolaydı, araba, Playstation 3 ve daha bir sürü şey. Çok fazla param olmadığı için hayallerimin skalası çok genişti. Playstation 3 ile son model bir üstü açık arabaya olan açlığım aynıydı. Yeniçağ hastalığıydı bu. Yeni dünya düzenindeher şeyden bir parmak ağzımıza çalıyorlar gerisini de tvlerden izlettirip gazetelerden okutturuyorlardı. Çok zengin olmayanlar, yaşarken çok zengin olanların hayatlarının fragmanını izliyor gibilerdi. Öyeydik. Jetimiz yoktu belki ama uçaklar ile seyahat etmeye çok aşinaydık. Yurtdışında yaşamıyorduk ama ınterrail erasmus work and travel derken kapı komşusu etmiştik Avrupa’yı.  Hiçbir zaman İbiza görmemiştik belki ama en azından bir iki kere Belek ya da Bodrum ‘da kalbur üstü tatiller yapmıştık. Sevgililerimiz bir Rihanna bir Ryan Gossling değildi belki ama arabası ve iki adonis kası olan erkek görmüşlüğümüz ve solaryumlu kıvrak popoları öpmüşlüğmüz vardı . Anlayacağınız modern yaşam bize hep “aslında ulan bende öle yaşayabilirim”i hissettirip motivasyonumuzu kaybetmemizi sağlamamız için bir parmak bal çalıyordu ağızlarımıza. Bu sebeple arada normal fyatının beşte birine tatiller alışverişler yapabiliyorduk. Şehir fırsatı yok mango alışveriş günleri yok bilmem ne shopping fest derken birer doz zehiri bırakıyorlardı kanlarımıza kapitalist güçler. Amerika’nın oyunuydu bunların hepsi. Go Home Yankee!!! Yoksa üç kuruşa zengin yabancı şirketlerin paralarına para katmak için çalıaşcak kalifiye gençleri nasıl bulacaklardı. Bu sistem normal gelirli iyi eğitimli gençleri kandırmak için göster ama elletme taktiğini kullanıyorlardıı. Umut, kapitalist sistemin çarklarının dönmesi için işçi sınıfına verdiği bir zehirdi. Umut ettikçe çabalıyor biz çabaladıkça onların zenginliğine zengin katıyorduk. Ama bunlar umrumda değildi ben olmayan hayallerime üzülüyordum. Ben araba şahane tatiller güzel bir ev ve Playstation 3 istiyordum.
                Dün gece saat 03:30 sularında ısrarla, sigara ve demli çay eşliğinde çıldırıyordum.
                Odama sığmıyordum. Oysa göstermelik bir Ikea odasından farksızdı odam. Geniş olmasından çok; acaip planlı ve modern mobilyalar sayesinde hem çok fazla şey sığdırabildiğim hem de kendmime özgür alanlar yaratabildiğim bir odaydı burası… Bu odaya sığmıyordum ben. Çünkü çıldıran her insan bilir ki çıldırmak birkaç evreden oluşmaktadır ve ilk etapta olduğunuz yere sığamazsınız. Odayı geç eve, hadi evi boşver koca memlekete sığmıyordum. Gökyüzü ,tavanı basık bir çatı katı gibi üstüme üstüme geliyordu. Duvarlar bakire bir kızın bacak arası gibi inatla sığamayacağım kadar daralıyorlardı. Ben dün gece 03:45 sularında delirmeden bir on dakika kadar öncesini yaşıyordum.
                Gel gör ki bu sabah 09:55 zil sesine uyandım. İsterik bir porno yıldızı gibi her basıldığında şatafatlı ve gerçek olmayan çığlıklar atıyordu zilim. Susar dedim susmadı mecbur kalktım yatağımdan. Otomatiğe bastm banamısın demedi. Kapı  otomatiği orospu bir karı gibiydi ne kadar basar basayım banamısın demiyordu. Ev ev değil kadınlar hamamına dönmüştü. Çıldırma seansıma 10:00 suları gibi dün gece kaldığım yerden devam ediyordum. Kapıyı açtım ve nasıl olsa birinci kat diye düşünüp terlik bile giymeden  apartman kapısına kadar ikişer merdiven atlayarak indim. Sadece en son sekiz basamağı birazda merdivenlerin kenarında ki korkulukların yardımı ile bir üç adımcı atlet edası ile derin bir nefes alıp atlayarak kapıya ulaştım. Kapının diğer yanındaki kargo elemanına kapıyı açtığımda Altın madalya kazanmış bir atlet edası ile buyrun dedim.
                Kargo elemanın getirdiği koliyi sırtlayıp bir hışımla yukarı çıkardım. İnerken uça uça atladığım basamakları çıkmak bir zul haline gelmişti.  Annem’in doldurduğu koli her attığım adımda bir kilo daha ağırlaşıyordu sanki. Omuzumda yük yokken çerez gelen merdivenler şimdi nasıl da eziyetliydi. Annem yine bana hayati bir ders vermişti. Asıl hayat sorumluklarımı omuzladığımda zorlaşacaktı. İnerken hemen çıkarım nasıl olsa diye kapatmadığım kapıyı girince arkadan topuğumla tepikledim. Girişe serdiğim annemin gönderdiği kilimin üzerinde annemin gönderdiği koliyi yine annemin geçen geldiğinde aldığı bıçak ile açmaya çalışıyodum. Annem peşimi bir türlü bırakmıyordu ve ben annem olmasa kendime şu hayatta bir meşgale bulamayacak kadar yalnızdım. Kolinin içinden çıkan ilk şey Tat Salça kavanozunun içine konmuş ev yapımı salçaydı. Binlerce kişinin çalıştığı devasa aletlerin bulunduğu Tat Holding’in para için yapıp sattığı salçalar sürekli alınmalıydı, ancak bu şekilde sistem devam ederdi.  Ama annem bir kere almış ve bundan sonra sürekli içini kendi yaptığı salça ile doldurur olmuştu. Babam zaten kiloluk dondurma kaplarının tamamını alet çantası olarak kullanıyordu. Tornavida olsun çivi olsun… Ben de iki buçuk litrelik şaşalların diplerini maket bıçağı ile kesiyordum. Ailecek modern hayata bambaşka açıdan bakıyor kapitalist dünyayı yeniden yorumluyorduk.
                Kolinin içinden içli köftleleri ev yapımı zeytinyağları sucukları dolaba yerleştirdim. Salona geçip bir sigara yaktım. Annem sanki beni görmüş gibi sigaramı yakar yakmaz aradı. Telefonum uzaklardan çalıyordu ama emindim Annem’di. Bu günlerde Kamu Haber ve annem dışında kimse beni merak etmiyordu. Gidip telefonu açtım. Annem koliyi alıp almadığımı zeytinyağının ev yapımı olduğunu belirtti. Salçanın acı olabileceğini, sucuğun ise şahane olduğunu söledi. Tulum peyniri ise Tunceliler’den aldığını hakiki deri basması olduğu husunda şüphesinin bulunmadığnı da ekledi.

                Dün gece 03:00 sularında başlayan her modern zaman genci gibi hakkını vererek yaşadığım hayaller ile gerçekler arasında sıkışmış ruh halim annemin gönderdiği erzaklar ile pamuk gibi olmuştu. Tek derdim bozulmadan hepsini yemek ve sadece sigara alarak birkaç hafta hiç para harcamadan geçinmekti. Anlamıştım annem benim yıkıcı ve yaratıcı kaosumun en büyük düşmanıydı.