19 Mart 2012 Pazartesi

                                                                                                                
Bir gece var orada suyun öbür yanında bir gece
Orman kadar kalabalık, kan gibi koyu yeşil bir gece
Cırcır böcekleri, kuşlar, karıncalar ve ay ışığı
Gözlerine yakamozlar düşmüş bir ceylan gibi yumuşak bir gece
Kadife gibi.
Ucundan ateşe verilmiş bir parşömen gibi dalgalı bir gece
Var.Orada. Suyun öteki kıyısında
Bir gece var sana sarılmazsam cehennem olur bana.

Suya iniyor atlılar,
Nal sesleri dağlara çarpıp çarpıp çoğalıyor
Biz durmadan çoğalıyoruz. Sesin tekrar ediyor bir şeyleri durmadan
Sen anne olmak istiyorsun ben baba olmaya hevesliyim
Kader bizi oradan buradan toplayıp aynı yatağa sıkıştırıyor
Modern sanat ve edebiyat nasıl aciz kalıyor ayak bileklerinin inceliği karşısında
Ah görsen su nasıl berrak
Bir su var orada; çağlıyor kalbinden dağların
Bir gece var suyun hemen yanında
 Silahları var atlıların
Atları su içerken silahlarından ay ışığı seken eşkiyaları var
Dağların
Kim bilir kaç nehir dökülür şu önünde dantel gibi uzayan denizin koynuna
Kaç kişinin teri karışır tenime
Kimse bilmez kaç kişiye aşık olup seviştim ben. Bu güne dek
Ben beni öpen her kıza aşık olurum, aşık olurum boyna
Bilmez kimse.
Kasıklarımda kaç kadın saçı,
Kimse bilmez kaç kişi ile seviştin sen
Dudaklarında kimbilir kaç erkek tuzu
Sevgilim bir gece var orada
Ay ışığını dürüp saçlarına toka yapasım var benim
Dudaklarını öpen tüm çirkin dudakları yakasım var

Nefesin nasıl hassas kırılıyor hemen
Burnundan çıkan nefes soğuğu görünce donup kalıyor öyle
Ellerin var senin, ufacık cehennem topu gibi alev ellerin
Dudakların var sonra
Ana rahmi gibi ıslak ve bereketli
Dudakların
Tabi yalnız kalmazsın bu ellerle
İnsan hiç bu dudaklarla kalır mı yalnız
Ben ise...
Üstad ne güzel demiş bir kişi bile olamayacak kadar yalnızım
Ve senin sonra avuç içlerin varlar
Onlar hep varlar.

Yeşil bir eriği dişler gibi sulanıyor ağzım
Dişlerken memelerini
Pantolonumun bir cebi sigara bir cebi erik dolu
Yürüyorum kentlerin içinden geçiyorum
Atıyorum denizlere erik çekirdeklerini ve sonra izmaritlerimi
Neye değsem rengini alıyorum, öyle var ihtiyacım var birilerine
Denize girsem mavi oluyorum erik yesem yeşil

Şimdi güneş alnımda patlayan bir silah
Yere düşen parçalarım gölgem oluyor
Ve ben hep seni düşünüyorum, malum olmazsan olmaz
Simitçiler geçiyor, midye dolmacılar
Taksiler tecavüze uğrayan kadınlar gibiler, inliyorlar
Lokantalar dolu tıka basa
Öğrenciler geçiyor önümden kollarının altı hınca hınç kitap
Ve ben bir yerdeyim, bir odanın en ucunda
Önümde göt kadar ufacık bir cam
Diğer tarafta akan bir hayat
Ve sen hep böyle zamanlarda geliyorsun aklıma
Aklımdan çıkmıyorsun hiç
Aklım tamamen sensin aslında

Seni ilk gördüğümde Kasımdı aylardan
Benim halim yoktu, kafam fenaydı dilim düğüm
Senin dudağının kenarında papatya bahçesi vardı
Saklanmıştı onca papatyanın arasında bir bayaz gül
Önce terliydi ellerin sonra saçların dağınık
Önce dağıldı camlar, sonra terleyen dudakların
Sonra bir şiir dillendirdi biri,
Birileri vardı seni tutuyorlardı paçalarından, birileri bize yakın
Sen bana koşarken paçalarından tutan birileri
Seninde onlarda kalmıştı az biraz aklın
Sonra alıştım sana, sonra savaştık beraber
Bir gece vardı orada suyu falan siktir et Kadıköy’de
Seni görmüştüm, ben görmüştüm,
Kimse görememişti bana sorsan o güne kadar benim gördüğümü
Bir köpek havlamaktan yorgun düşmüştü
Kimsecikler yoktu
Halbu ki Kadıköy hep kalabalık olurdu
Nasıl sevmeyeyim buraları
Ben seni ilk Üsküdar’da öpmüştüm.

12 Mart 2012 Pazartesi

Saat 21:00 oldu mu ışıkları kapatıp açardık biz?

                Yarın Sivas Katliamı sanıkları zaman aşımı denen bir uygulama sebebi ile aklanacaklar. Sakın kimse bana; "aklanmak yok sadece yasadan doğan bir açıklık ve acizli ksebebi ile serbest kalacaklar" demesin. Benim nezdimde bu, devletin ve devlete ait tüm organların el birliği etmişçesine taraf tutması ve  insan aklamasıdır. Başka hiç bir izahı olamaz.
                1997 yılında Susurluk Kazası’nın ertesinde; sürekli aydınlık için bir dakikalık karanlık eylemi adı altında bir sivil itaatsizlik program başlamıştı hatırlarsınız... Bende o yıllarda saat 21:00 dedin mi ışık kapatanlardan biriydim; daha doğrusu ışık kapatılan bir ailenin kaşık ile tencereye vuran küçük evlatlarıydım. Hayatımda ki ilk ve belki de en lezzetli mitinglerim onlardı. Evet bilmem siz nasıl yaşadınız ama biz miting gibi yaşadık bir ay boyunca.
                Saat 21:00 dedinmi ışıklar kapanıp açılır ve sitenin bahçesine inilirdi. Davulllar zurnalar… Babamlar bir köşede hararetli konuşur genç olanlar ise halay çekerlerdi. Fonda hep aynı türkü;
Omuzdan tutun beni, halaya katın beni
Düşersem bu kavgadan oy, dosta anlatın beni
                Hatta yan sitelerden gelmeye başladılar bir süre sonra.Sitemizin bahçesi artık bildiğniz örgüt karargahı gibi olmuştu. Etraftaki sitelerden gelip halay çeken gençler hareretli konuşan bıyıklı adamlar ve her boktan habersiz aşağıda olmanın özgürlüğü ile salak salak ortalıkta koşturan bir sürü çocuk… Biz. 48 Dairelik sitenin hemen hemen çoğu aynı siyasi ideolojiye mensup aile fertleri olduğu için bu toplumsal reflekse ses çıkartmıyordu kimsecikler. Gerek yok gibi görünse de şu an için, ileride anlatacağım konular ile alakalı olduğu için söylemeliyim ki, solcu aileler olmalarının yanında bir de alevi olmak gibi ortak paydaları vardı. O sebeple halay daha bir sıradan bıyık daha bir normal duruyordu üzerimizde. Hem solcu hem de alevi bir aileden geliyorsanız devrim türküleri ile halay çekmek için yeterince sebebiniz her zaman var demektir. Her ne ise; o eylemler yapılırken biz çocuklar gibi şen iken iki tane insandan iki tane açıklama gelmişti. Çok terbiyesiz ve hınç dolu açıkamalarmış bu gün daha iyi anlıyorum.
                İlk açıklama dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan denen; sözde hakkaniyet ve tarafıszlık ilkesini içselleştirmesi mesleki bir zorunluluk olan bir avukat bozuntusundan gelmişti.
                “Ortada bir şey yok iken onun bunun oyuncağı oluyor bu insanlar. Işık kapatmalarına da şaşırmamak lazım alışkın bunlar Mum söndü’ye…”
                Kelimeler tamı tamına böyle olmayabilir ama ana teması buydu konuşmanın. Ufacıktım babam küfür ediyordu çok kızmıştı. Anlamamıştım ama şu an düşününce bir dönemim adalet bakanı olan insanın saçtığı öfke ve nefret aklıma sığmıyordu. Bu konuşmayı yaparken arkasında duran dört beş çember sakallı da nasıl kahkaha atmıştı. Beyinden yoksun sadece nefret ve kin ile beslenen sözde müslüman özde hayvan bile olamayacak insanlardı bunlar. Hazımsız ve farklılıklara tahaümülü olmamalarından daha fazlasıydı bu. Faşizanlıktan da öte… Bilemiyorum ne desem onca zaman geçmiş şu an yazarken bile sinirleniyorum. Zaten Şevket Kazan denen adamın aynı zamanda Sivas Katliamı Sanıklarının avukatlığını yapmış olması bu sebepler ile hiç de şaşırtıcı gelmiyordu kulağıma.
                Bir diğer açıklama da sayın Şevket Kazan’ın da bir parçası olduğu Milli Görüş’ün en etkili isimlerinden dönemim başbakanı Erbakan’dan gelmişti. O sinir bozucu zeka yoksunu sadece alaylı ifadelerinden biri ile hem de.
                “gulu gulu dansı yapıyorlar
                İlk başta, zihnimizde  abooovvv gibi saçma cümlelerle siyasetçiden çok mizahi bir tipleme olarak yerleşmiş Erbakan için sıradan bir cümle gibi duruyor bu sözler ama  arkasından gelen cümleler durumun daha vahim olduğunu anlatıyordu bize.
                “ gulu gulu dansı zencilerin yaptığı bir danstır. Zenciler kültürsüz ve cahil bir halktır. Onların yaptığı dansı tekrar edenler de onlar gibidir”
                Al birini vur ötekine… İslamiyet’in hoşgörü dini olduğu gerçeğini kendilerine şiar edinmiş söz de ülkenin etkin ve yetkin beyinlerinin yaptıkları açklamalar aslında içlerinde yatan öfke ve hazımsızlığın ne boyutlarda olduğunu gözler önüne seriyordu.  Bir insanın ne olduğunu zikrinden anlayamazsın belki ama fikri onu elbet ele verecektir. Olduğundan farklı görünmek için, güç dengelerini lehine çevirmek için olduğundan ve düşündüğünden farklı hareket edebilmek insana verilen kamuflaj yeteneklerinden biri de olsa elbet bir an gelir ve fikir insanı ele geçirir. Rahmetli Erbakan'ın Kaddafi’nin yanında azarlandıktan sonra ülkesine döndüğünde muzaffer bir komutan edası ile bıyık altından gülerek yaptığı konuşmalar, gerçeği bilmediğinden ve yahut görmediğinden değil o an için gerçekten çok gerçek olmayana ihtiyaç duymasındandır. Siyaset bir yerde tek ayak üzerinde kaç yalan söyleyebildiğinle doğru orantıldır çünkü .
                Bu düşünce yapısına sahip nsanların, ülkenin yazar çizer bir ton aydınının bulunduğu oteli tekbirler ile ateşe vermelerine şaşırmak… İşte asıl akılsızlık ve hadsizlik bu olurdu. Anadolu’da yüzyılalrdır yaşayan Anadolu Kültürü'nün oluşmasında bir sürü emeği olan onlarca kavim, onlarca halk, onlarca yol olmuştur bu güne dek. Bu topraklar Alevi’leri, Kürtleri , Ermenileri, Türkleri,Süryanileri Arapları ile bu yapısına  kavuşmuştur. Bu gün çıkıp ta sadece bir etnik kimliğin ve bir dini inanışın efendileri diğerleri yokmuş gibi davranarak günü kurtarmaya çalışsalarda aslında insanlık tarihi önünde kültür önünde nasıl aciz ve komik duruma düşmektedirler. Ah bir görebilseler kendilerini dışarıdan, ah bir anlayabilseler… Öfkeleri nefretleri ve kendi iç çekişmeleri yüzünden bu güne dek  vurdukları öğrencilerden, astıkları gençlerden ateşe verdikleri otellerden köylerden utanırlardı belki. Firik Dede’nin sakalından utanırlardı, Muhlis Akarsu’nun sazından, Hrant Dink’in kızından…
                Utanmak insani bir refleks olduğundan utanmanızı ben kendi adıma beklemiyorum. 1993 ten bu yana Sivas’ta yaşayan orada evlenen Türkiye Cumhuriyet’i sınırları içinde askerliğini yapan Sivas Katliamı sanıklarının kimliğine bakıp bir kere bile kardeşim biz devlet olarak seni arıyoruz dememişsiniz de bu gün çıkıp son bir anda vicdana gelip bu iğrenç insanlık suçunda güçlülerin değil de vicdanınızın tarafında duracak değilsiniz ya.
                 Yıl 2012 hala evleri işretleyen insanların dini inanışlarını bilmeden dalga geçen, etnik kimliklerini yok saymaya çalışan kendisinden başkasını hep eksik ve acınılası gören komplekslerine yenilmiş sen mi hakkaniyetli karar vereceksin. Hadi oradan ya...

6 Mart 2012 Salı

Bu sabah gün aldım yirmi beşimden
Önceden verdiğim bir emaneti alır gibi aldım
Hakkımmış gibi
Oysa hakettim mi bilemiyorum tam olarak.
Çok sevilmem ben, iyi biri değilimdir çünkü
Doğum günlerimde genelde terk edilirim mesela
Seni seviyorumdan çok seni sevmiyorum demezdi bal dudakları yoksa
İyi biri olsam
Genelde hep seni sevmiyorum derler bana
Hepsinin dudakları
bütün dudaklar tekrarlar


Sanki almasam hatırı kalır gibi aldım
Yirmi beşimden günü
Gün aldım yirmi beşimden yıla bedel
Sanki cemre düştü suya
Oysa benim bahçelerimde genel de çiçek açmaz
Kiraz ağacı olmaz, İncir gölgesi, Kayısı dalı ya da
Kuşlara salıncak olmaz söğüt ağaçlarının kolları
yaban otları dolanır bileklerine benim bahçelerimde
Gitme diye dolanırlar
Benim bahçelerim de benim gibidir
Gitme diye yalvarırlar


Yirmi beşimden gün aldım bir tane,
Eve geldim bin tane
Nasıl olmasın hem tüm sevdiklerimle aram açık bu aralar
Yoksa ha girmişim yirmi beşe ha çıkmışım otuzdan
Kötü biri oldum ben, çirkinimde hem, düşüncesizde
Bencilim bir de, plansızım, çoraplarım da kokar
Pisim de
Kötü alışkanlıklarım da var
Balık burcuyum; hala çocuğum illa ki
Hayallerime inanıyorum...
Gerçekmiş gibi..

Senin gidişinde tekrarıdır eski bir hikayenin
Düşmüşüm ben halbu ki, fazlasına gerek yok
Mesela ölmüşüm
Bir kurşum parçalamış omurilik soğanımı
Gözlerime kurtcuklar dolmuş
Ölmüşüm işte
Başımda bir tip, belalı kara bir adam
Kurşun sıkıyor ağzıma
Oysa ölmüşüm ben
Sen zorluyorsun acıtmak için canımı
Adam öldürmek için ısrarlı
Ben anlatamıyorum ikinize de
Ölüyüm ben
Pasta kesmek yerine helva yiyeceğiz bu gün

2 Mart 2012 Cuma

Sandım ki alt etmiştim, bir laf söyledi mahvetti.


                Yatağın dışarısı jilet gibi soğuk, içi çivi gibi huzursuz...
                İçeride kalmak ile dışarıya çıkmak arasında hiç bir fark yoksa eğer, işte o vakit haymatlos olup çıkıveririz. Bu sabah sahipsiz, yurtsuz ve evsizdim.
                Seslere uyandım. Evin hemen bir sokak aşağısındaki sinemada kavga çıkmış, çocuklar cam çerçeve indirmişler. O kırılan cam parçalarından biri gelip uykumu kesivermişti.Polis durduramamış şamatayı...Mahallenin kabına sığmayan ama büyüğünü gördü mü de başını öne eğen gençleri vitrinleri taşlamışlar, reklam afşlerini tutuşturmuşlar.
                 Kafamı uzattım pencereden.Elinde taş ve sopa ile ortalığa bağıran sarı saçlı bir çocuk gördüm. Arkadaşları “dur Kuzey yapma...” diye bağırıyordu. Amca haklı çıkmıştı, 3.Dünya savaşı taş ve sopa ile oluyordu.
                Hızlı hızlı giyinip çıktım evimden. Sokağım nasıl telaşlı ve kan gölü ise İstanbul’un geri kalanı bir o kadar,o meşhur yazdan kalma günü yaşıyordu.Kar ve yağmur sanki bir benim sokağıma yağmıştı. Öfke ve cinnet sanki bir tek benim sokağımda hala manasını koruyordu.Taş yağmuru ve cam kırıklarından sıyrılıp kendimi otobüs durağına attım. Kulağımda kulaklık vardı kulaklığımın bir ucu kulaklarımda bir diğer ucu Walkmanimdeydi. Sırt çantası sevmiyordum ama walkman kullanıcak kadar inatçı iseniz sırt çantası da taşımak zorundasınızdır. Malum yeni kot markaları walkman sığacak cepler dikmiyorardı artık.
                 İnatçı bir kalbin çilesini omurgalar çekiyordu.
                Walkmanimin içine henüz on üç yaşında iken Mersinde’ki Bit Pazarı’nın karşısındaki kasetçilerden doldurttuğum kasedimi koydum ve playa bastım. Kulak zarımı okşayan sesleri hemen tanıdım. Kulak zarı ile kızlık zarı arasındaki fark, kızlık zarının ilk patladığı gün iyi uyuyamazsınız, kulak zarının patladığı ilk gün ise bir bok duymazsınız. Grup Vitaminin bol ve kıvırcık saçlı elemanı at üstünde bir şarkı söylüyordu. Sanki ata sporumuzu anons ediyordu..
                “ oo oo çekilin yoldan vahşi batıdan geliyorlar...”
                Gelen ilk otobüse atladım. Önüme çıkan ilk durakta da da indim. Lanet gitsn evimden hiç uzaklamamıştım. Hatta bu durak evime bindiğim durakdan daha yakınmış.Gitmek istedikçe ben hep daha çok yaklaşıyordum. Bokluk ve kaos beni kendine çekiyordu.
                Bir yarım saat kadar yürüdüm. Yolda beyaz saçlı bir adam gördüm. Bir antika dükkanının önünde tabureye çömmüş yeni kattığı çayını keyifle lıkırdatıyordu. Karadeniz çayı değil halis muhlis kaçak çaydı bu höpürdettiği. Bıyıkarı bu sebeple anadolu kokuyordu. Sığındım yanına. Bir acayip adamdı.Adın suphi mi dedim. Hayır ahperig adım suphi değil dedi. Ne diye de sormadım o da söylemedi. “Bu topraklarda gözünüz varmış” dedim. Bir an kabardı damarlarım. “Bu vatan da gözünüz var da alacak götünüz var mı” dedim.
                Sandım ki alt etmiştim, bir laf söyledi mahvetti.
“Bu topraklarda gözümüz var,var çünkü kökümüz burda.Bu toprakları alıp gitmek için değil bu toprakların gelip dibine girmek için ama...”
                Konuşurken güvercin gibi tedirgindi. Güvercinleri vurmazlar dedi.Yazık, inanmıştı da. Eğildim kulağına dedim ki:
                “ parev ahbarig, eşşeği siken güvercine ne yapmaz...
                Kalktım yürüdüm canım sıkılmıştı. Tanrı’nın midesi bulanmış kusuyordu. Yoksa bir güneş açıp bir kar yağmasının başka ne anlamı vardı. Milyarlarca yıldır hem kendi etrafında hem güneşin etrafında dönersen olacağı budur köpoğlusu dedim...
                
                Sonra bir kaç hemcinsime rastladım yolda, bu gün kü aklım olsa yolumu hemencecik değiştirirdim. Sevgili değiştiren kız gibi değiştirirdim hemde.
                İki gün surat asar üçüncü gün koyun açardım.

                Birisine daha rastladım sonra. Tuttum ellerini. Huylarını bilmediğim birisi. Yabancı diller söylüyordu onun sesisini sanki, başkaları tarıyrdu saçlarını hele o 32 dişini göstererek gülüşünü görseniz 32 milletten ayrı ayrı 32 insan vardı ağzının içinde. Medeniyetlerin buluşma noktası gülünce açan gamzelerine sığacak kadar ufaktı. Yada gamzeleri öyle uçsuz. Yumuşak g olsa belki daha naif olurdu. İnsan doğarkan verilen ad yaşarken çizilen kaderidir. Sert mizacının sebebi yazılması atlanmış bir yumuşak g dir belki. Demir leblebi gibi ıssırsan dişini parçalayan bir güzellik ki dile kolay. Dilinin serinliğinin ve terinin kokusunun hiç bir aktar da muadilini bulamazsınız. Öyle başıbuyruk. Önce alfabeyi öğreniyordum sonra onun dudaklarını. Sesi durmadan anne olma isteğini tekrarlıyordu. Ben baba olmak için tekrarlıyordum kendimi. Zaten baba olmak insanın kendini tekrarlamısıdır.
                Bir sürü kötü şey oluyor hayatta nasıl olmasın hem, hayat hep iyi şeyler yaşamak için çok uzun.
                Kimse sevmiyor gibi beni geliyor bazen. Herkes sınırımı deniyor gibi. Sonra diyorum iyiliği beklersen milletinden ölürsün illetinden. Siktir et diyorum. Kendi varlığınla savaşmak dururken başkası ile birlikteliğinle kaybetmek de var. Kendi dediğimi kendim anlamıyorum.
                Havai fişekler yağıyordenize, molotof kokteyyleri salvolarla geziniyorlar ufukta.Cami hopörlerinden suavinin sesi kesiyor karanlığı. Esmer yüzlü çocuklar sokakları taşlıyorlar öfkeden. Ben yürüdükçe ardım yanıyor. Eteklerimden bir sürü taş dökülüyor. En sevdiklerimden kopup yalnızlaşıyorum. Bir kapı var tüm meyilim ona. Kalabalık girmek isterdim eskiden o kapıdan. Artık çok kişi yok elimi tutan. Bir tutup bir bırakıyor çoğu. Çünkü bir insanın yanında olması için artık onu ikna etmeye ihtiyaç. Gönül meyili değil akıl iknası birliktelikleri kuvvetlendiren. Çabalıyorum çabalamıyosun deselerde. Göğüslüyorum korkak sansalar da. Onlar gömüyor diye ben yapmıyor değilim ya.Kör gözler görmedi diye birinci dünya savaşıyok diyemeyiz. 

                Kapıya doğru geliyorum.
                Ellerinden tutmuşum Tuba’nın. Ağzımda sigaram; külleri yüzüme değen rüzgar sebebi ile sakalımda sönüyor.
                Ve ben 25 yaşına giriyorum. 
                Nasıl da afilliyim her şeye karşın.