2 Mart 2012 Cuma

Sandım ki alt etmiştim, bir laf söyledi mahvetti.


                Yatağın dışarısı jilet gibi soğuk, içi çivi gibi huzursuz...
                İçeride kalmak ile dışarıya çıkmak arasında hiç bir fark yoksa eğer, işte o vakit haymatlos olup çıkıveririz. Bu sabah sahipsiz, yurtsuz ve evsizdim.
                Seslere uyandım. Evin hemen bir sokak aşağısındaki sinemada kavga çıkmış, çocuklar cam çerçeve indirmişler. O kırılan cam parçalarından biri gelip uykumu kesivermişti.Polis durduramamış şamatayı...Mahallenin kabına sığmayan ama büyüğünü gördü mü de başını öne eğen gençleri vitrinleri taşlamışlar, reklam afşlerini tutuşturmuşlar.
                 Kafamı uzattım pencereden.Elinde taş ve sopa ile ortalığa bağıran sarı saçlı bir çocuk gördüm. Arkadaşları “dur Kuzey yapma...” diye bağırıyordu. Amca haklı çıkmıştı, 3.Dünya savaşı taş ve sopa ile oluyordu.
                Hızlı hızlı giyinip çıktım evimden. Sokağım nasıl telaşlı ve kan gölü ise İstanbul’un geri kalanı bir o kadar,o meşhur yazdan kalma günü yaşıyordu.Kar ve yağmur sanki bir benim sokağıma yağmıştı. Öfke ve cinnet sanki bir tek benim sokağımda hala manasını koruyordu.Taş yağmuru ve cam kırıklarından sıyrılıp kendimi otobüs durağına attım. Kulağımda kulaklık vardı kulaklığımın bir ucu kulaklarımda bir diğer ucu Walkmanimdeydi. Sırt çantası sevmiyordum ama walkman kullanıcak kadar inatçı iseniz sırt çantası da taşımak zorundasınızdır. Malum yeni kot markaları walkman sığacak cepler dikmiyorardı artık.
                 İnatçı bir kalbin çilesini omurgalar çekiyordu.
                Walkmanimin içine henüz on üç yaşında iken Mersinde’ki Bit Pazarı’nın karşısındaki kasetçilerden doldurttuğum kasedimi koydum ve playa bastım. Kulak zarımı okşayan sesleri hemen tanıdım. Kulak zarı ile kızlık zarı arasındaki fark, kızlık zarının ilk patladığı gün iyi uyuyamazsınız, kulak zarının patladığı ilk gün ise bir bok duymazsınız. Grup Vitaminin bol ve kıvırcık saçlı elemanı at üstünde bir şarkı söylüyordu. Sanki ata sporumuzu anons ediyordu..
                “ oo oo çekilin yoldan vahşi batıdan geliyorlar...”
                Gelen ilk otobüse atladım. Önüme çıkan ilk durakta da da indim. Lanet gitsn evimden hiç uzaklamamıştım. Hatta bu durak evime bindiğim durakdan daha yakınmış.Gitmek istedikçe ben hep daha çok yaklaşıyordum. Bokluk ve kaos beni kendine çekiyordu.
                Bir yarım saat kadar yürüdüm. Yolda beyaz saçlı bir adam gördüm. Bir antika dükkanının önünde tabureye çömmüş yeni kattığı çayını keyifle lıkırdatıyordu. Karadeniz çayı değil halis muhlis kaçak çaydı bu höpürdettiği. Bıyıkarı bu sebeple anadolu kokuyordu. Sığındım yanına. Bir acayip adamdı.Adın suphi mi dedim. Hayır ahperig adım suphi değil dedi. Ne diye de sormadım o da söylemedi. “Bu topraklarda gözünüz varmış” dedim. Bir an kabardı damarlarım. “Bu vatan da gözünüz var da alacak götünüz var mı” dedim.
                Sandım ki alt etmiştim, bir laf söyledi mahvetti.
“Bu topraklarda gözümüz var,var çünkü kökümüz burda.Bu toprakları alıp gitmek için değil bu toprakların gelip dibine girmek için ama...”
                Konuşurken güvercin gibi tedirgindi. Güvercinleri vurmazlar dedi.Yazık, inanmıştı da. Eğildim kulağına dedim ki:
                “ parev ahbarig, eşşeği siken güvercine ne yapmaz...
                Kalktım yürüdüm canım sıkılmıştı. Tanrı’nın midesi bulanmış kusuyordu. Yoksa bir güneş açıp bir kar yağmasının başka ne anlamı vardı. Milyarlarca yıldır hem kendi etrafında hem güneşin etrafında dönersen olacağı budur köpoğlusu dedim...
                
                Sonra bir kaç hemcinsime rastladım yolda, bu gün kü aklım olsa yolumu hemencecik değiştirirdim. Sevgili değiştiren kız gibi değiştirirdim hemde.
                İki gün surat asar üçüncü gün koyun açardım.

                Birisine daha rastladım sonra. Tuttum ellerini. Huylarını bilmediğim birisi. Yabancı diller söylüyordu onun sesisini sanki, başkaları tarıyrdu saçlarını hele o 32 dişini göstererek gülüşünü görseniz 32 milletten ayrı ayrı 32 insan vardı ağzının içinde. Medeniyetlerin buluşma noktası gülünce açan gamzelerine sığacak kadar ufaktı. Yada gamzeleri öyle uçsuz. Yumuşak g olsa belki daha naif olurdu. İnsan doğarkan verilen ad yaşarken çizilen kaderidir. Sert mizacının sebebi yazılması atlanmış bir yumuşak g dir belki. Demir leblebi gibi ıssırsan dişini parçalayan bir güzellik ki dile kolay. Dilinin serinliğinin ve terinin kokusunun hiç bir aktar da muadilini bulamazsınız. Öyle başıbuyruk. Önce alfabeyi öğreniyordum sonra onun dudaklarını. Sesi durmadan anne olma isteğini tekrarlıyordu. Ben baba olmak için tekrarlıyordum kendimi. Zaten baba olmak insanın kendini tekrarlamısıdır.
                Bir sürü kötü şey oluyor hayatta nasıl olmasın hem, hayat hep iyi şeyler yaşamak için çok uzun.
                Kimse sevmiyor gibi beni geliyor bazen. Herkes sınırımı deniyor gibi. Sonra diyorum iyiliği beklersen milletinden ölürsün illetinden. Siktir et diyorum. Kendi varlığınla savaşmak dururken başkası ile birlikteliğinle kaybetmek de var. Kendi dediğimi kendim anlamıyorum.
                Havai fişekler yağıyordenize, molotof kokteyyleri salvolarla geziniyorlar ufukta.Cami hopörlerinden suavinin sesi kesiyor karanlığı. Esmer yüzlü çocuklar sokakları taşlıyorlar öfkeden. Ben yürüdükçe ardım yanıyor. Eteklerimden bir sürü taş dökülüyor. En sevdiklerimden kopup yalnızlaşıyorum. Bir kapı var tüm meyilim ona. Kalabalık girmek isterdim eskiden o kapıdan. Artık çok kişi yok elimi tutan. Bir tutup bir bırakıyor çoğu. Çünkü bir insanın yanında olması için artık onu ikna etmeye ihtiyaç. Gönül meyili değil akıl iknası birliktelikleri kuvvetlendiren. Çabalıyorum çabalamıyosun deselerde. Göğüslüyorum korkak sansalar da. Onlar gömüyor diye ben yapmıyor değilim ya.Kör gözler görmedi diye birinci dünya savaşıyok diyemeyiz. 

                Kapıya doğru geliyorum.
                Ellerinden tutmuşum Tuba’nın. Ağzımda sigaram; külleri yüzüme değen rüzgar sebebi ile sakalımda sönüyor.
                Ve ben 25 yaşına giriyorum. 
                Nasıl da afilliyim her şeye karşın.

               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder