31 Mayıs 2011 Salı

neler oluyor beynimde

- oturalım mı şuraya?
Göz ucuyla deniz kenarına konuşlanmış, üç masa altı sandalyeyle; ikibinli yılların modern konseptli kafelerine kafa tutan bir çay bahçesini gösterdi çocuk.
- olur
dedi kız.
...
- iki çay alalım.
modern kafelerin conversli ve şekilli saçlı garsonlarına inat kumaş pantolonu ve şaraptan sararmış bıyıkları ile " hemen getiriyorum" diyen adamın arkasından baktı bir süre çocuk.
- adı suphidir kesin.
- tanıyomusun
- hayır ama iddiaya girerim suphidir.
...
-niye geldiik buraya
kızın sesinden neden burda olduğunu anlamadığı hemencecik anlaşılıyordu. sesinde hayal kırıklığı vardı. sesinde pişmanlık vardı.
-bilmiyorum bende. neden buralara geldik. neden buralara geldi herşey.
sesinde vazgeçmişlikten eser yoktu çocuğun. sesinde öksürük vardı ama. ince ince ketum bir öksürük.
- sigarayı bırak diyorum sana. ama kim dinler beni değil mi.
- boş ver sigarayı. hem inan bana bu içtiğim son sigaram
- eminim öyledir. kaçıncı son sigaran bu.
- özlemişim seni. ne zamandır görmüyordum ya unutmuşum yüzünü. sahi ne kadar oldu.
- saçmalama sinan. 15 gün oldu altı üstü.
- 15 gün mü? ben ise 21.600 dakika oldu diye hesaplamıştım.
- takıntılısın sen. hatta delisin. zaten bu yüzden olamadık biz. ben senin gibi değilim sinan. senin ki... bu aşk değil. hastasın sen. korkutuyorsun beni
- korkucak bir şey yok sevgilim. insan aşktan korkar mı?
- korkar tabi allahın belası. sürekli göz hapsinde tutuyorsun beni. her hareketimi deli gibi inceliyorsun. aşkmış. sokayım böyle aşka. artık kendine gel. aşk falan. bunlar romanlarda oluyor sinan. hayatta gerçek olan ise anlaşmak ve sevgidir. seni hep sevdim ben. evet aşık olmadım doğru ama sevdim. bu sana yetmedi.
- kaç gündür aç olduğunu bilmeyen bir adamı çeyrek ekmek ile kandırmak mı? yetmez tabi.
- offf. başladın yine. böyle afilli cümlelerle parlatmaya çalışıyorsun her şeyi. olmuyor sinan. ben senin istediklerini veremem. işim gücüm sen olamazsın. ilişki bu işte. her gün saatlerce vakit ayıramayız birbirimize. ama bu kötü bir şey değil. seni sevmemek ile alakası yok. hem senin istediğin, nasıl diyim bu yaşlarda olacak şey değil. onları yaşadık geçti. o takıntılı saplantılı aşkların vakti eskide kaldı. oysa anlasaydın bunu mutlu olabilirdik.
- ama ben sana aşıktım. aşığım da. aşık da kalacağım.
- peki kal sen.
- deme öyle. bu öyle bir şey değil hem. elimde değil anlasana. geçmişte seviştiğin herkes sanki benim içime boşalıyor.güldüğün ne kadar şey varsa hepsinden nefret ediyorum.
-delisin işte.
-sana bir hediye aldım.
- ne hediyesi sinan. yapma. zorlaştırma her şeyi. bitmişse bitmiştir işte. neden böyle yapıyorsun.
- son bir kez sevişelim mi? şurda bildiğim bir tuvalet var. kimse gelmez.
-oha artık. bu mu aşk. sapıksın sen. aşk bu mu yani. dediğin şeylere inanmıyorum.bir sigarada bana ver şurdan. sinan iyimisin. sabah sabah yine kafan güzel değil mi? sen bildiğin bağımlısın sinan. bu senin karakterin. kadınlara uyuşturuculara futbola... farketmiyor neye olduğu yeter ki bağımlı ol. ver bir sigara hadi. çıldıracam ya.
-lütfen.
-saçmalama sinan. ne sevişmesi. bir de öyle bir tuvalette. hastamısın sen.
-peki. o zaman son bir kez seni  seviyorum de. ya da aşığım de . sana aşığım de bana son bir kez.
-sinan. hayatım. yapma böyle korkutuyorsun beni bak. deli deli bakıyorsun yine. ayrıldık diye sevmiyor değilim. tabi seviyorum o kadar şey yaşadık biz. ama anla işte olmuyor.
-tamam olmasın. ama şunu bilmeni istiyorum. olabilirdi.

hafif bir hareketle çayından son bir yudum alıyor çocuk. sigarasnı söndürüp elini hediyeyi çıkarmak için cebine götürüyor.
-aslı keşke son bir kez sevişseydik.

dan.
cebinden çıkardığı bir altı patları şakaklarına götürüp kül tablasına sigara basar gibi bastı tetiğe. beynini parçalayan kurşun kafatasından çıkıp yanlarındaki ağaca saplandı.

4 ay sonra kız başkası ile sevişti ilk kez.
7 ay sonra annesi intihar etti sinanın.
2 yıl sonra aslı evlendi.
3 yıl sonra kanserden öldü sinanın babası.
4 yıl sonra kalbini böcekler yedi sinanın. tam o gün çocuğu oldu aslının.

5 yıl sonra çay bahçesi kapanıp yerine starbucks açtılar. ağacı kestiler. suphi çay bahçesi için verilen para ile tekel açtı.

görmelisiniz aslı nasıl mutluydu. aşık olmuştu.

17 Mayıs 2011 Salı

sevgilim senden daha anlamlı bir ayet bilmiyorum.

sabah uyanır uyanmaz sigara yakan ben ilk iş olarak artık yüzümü yıkıyorum. hala evin içinde çok şık kıyafetlerle gezmesem de en azından hijyen konusunda daha dikkatli olmaya çalışıyorum. eskiden olsa "kafa"nın peşine düşer, onu bi halledelim gerisi kolay derdim. artık gözüm gibi dikkat etmem gereken bir sağ bacak var ama hayatımda. ama görseniz ne kadar da şahane bir sağ bacak. sevgilimin tüm eklemlerini öpmek istiyorum. bilhassa sağ bacağındakilerini..göz hapsinde tutuyorum onu ister istemez.

ne yapayım sevgilim konu sen olunca aşk bende refleks oluyor. benim dışımda gelişiyor tüm romantik ataklarım.

her an kendimi nasıl yiyorum bilemezsiniz. göz hapsinin dozajı çok önemli çünkü ve şansımı sikeyim ki bir balık burcu erkeği olarak konu sevgilim olunca tüm dengemi yitiriyorum. bulaşık yıkamaktan buruşmuş ellerimi tütün kokan hallerinden daha çok seveceğim hiç aklıma gelmezdi.

ama aşk işte aklına gelmeyeni başına getirir adamın.

sevgilimin kapıdan çıkışını uzun uzun izliyorum. ne vakit bana bakarsa ama; kafamı hemencecik çeviriyorum. biz modern zamanların erkekleriyiz. rakiplerimiz çok tehlikeli. bir engin altandüzyatan gerçeği varken karizma ve cooluktan ödün vermek herşeyi bir anda alt üst edebilir çünkü. bana kalsa sevgilimi ceketimin iç cebine diktiririm ama olmaz. dedim ya ilgisini belli etmeyen erkeklerden olmak gerekiyor.


sevgilim karizmatik olmayı hiç beceremiyorum.

oysaki karizmatik olmam için gerekli herşeyim var.kot ceketim sakallarım saçlarımda hafif beyazlar ve gümüş zippom. bazıları  ayfon diyebilir eksik olarak ama bence tek eksiğim babadan kalma bir altı patlar.

sonra geliyor sevgilim. kıtaları aşıp geliyor hemde.kapıyı çalışını bir ben bilirim. nasıl da rasyonel bir zile basıştır o.


aşk çalan zilden sonra kapıya koşmaktır.

sonra geliyor sevgilim. merdivenlerin ucunda onu bekliyorum. bağırmak geliyor içimden ama apartmanda yaşıyorum bağıramam. fakat merdivenlerden yavaş yavaş gelmiyor mu, korkuluklara götümü yaslayıp kaymak istiyorum yanına kadar. nasıl gurur duyuyorum senle bilemezsin demek istiyorum. hiç demesem de sana bil ki şaşırıyorum bazen gücüne. gücüme gidiyor ama güçlü durmak zorunda olman.

sevgilim sana ; hiç bir zaman güçlü olmak zorunda kalmayacağın bir dünya vereceğim.

sonra uykumuz geliyor. uyumak için çok hazırlık yapmak zorunda olmadığımdan atıyorum ben kendimi yatağa. sonra izliyorum seni.makyajını silme çabanı hiç hafife almadan, düzenli bir şekilde uyuma hazırlığı yapmanı kıskanarak... izliyorum seni. uyuyoruz. ben bir süre daha izliyorum. tam o anda dünyanın bir yerinde elbet bir kız çocuğu doğuyordur biliyorum. ama keşke yanına gidip desem diyorum;.

hoşgeldin dünyaya kız çocuğu ama üzgünüm buranın bir sahibi var. ve üzgünüm ne kadar uğraşsanda allah tüm kadınları sevgilimi yaratarak cezalandırdı. hep çirkin kalacaksınız.


sevgilim senden daha anlamlı bir ayet bilmiyorum.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça....

nasılda çaresiz bakıyor gözlerin
oysa ki
tarihte çok fazla insan düşmüştü kuyulara
neden bu vazgeçmişlik
sor yusufa anlatsın sana
ve her şiir adınla başlar
Ana behibek ve bismillah.

saçlarını kısacık kestirelim
sonra bir martıya taş atarız
saçın kısacık olsun
yada dizlerime kadar uzun farketmez
biz martılara her halükarda taş atarız
dökülsekte birbirimize
önümüze ne çıkarsa içimize katarız

nasıl peki oralar biraz anlat bana
nasıl kayıyor yıldızlar
nasıl yağmur yağıyor
deli mi?
zor oluyor mu bir koltuk değneği ile
bir hayatı ayakta tutmak.Zor olur
değil mi?
bırak tutma
düşsende beraber düşeriz
bileklerimizi keselim istersen beraber
ölmezsek birbirimize küseriz

bir trenden bahsediliyor
siyah pelerinli bir makinisti varmış
vapurlar iki kişilikmiş hem
düşünsene ne romantik
yıldızlar iki kişilikmiş
keza ay ışığı
ama ölümü kolay sanman nasıl tutuşturuyor barutu
neyse ki şiddete hali hazırda alışığım

seni seviyorum dediğim ilk günü hatırlıyormusun
o gün ilk şiirimi düşürdüm ben işte
biraz daha bekleseydi oysa ki
acele etmeseydi
köpek az havlasaydı
kadıköy daha soğuk olsaydı, sen daha çirkin
daha güzel olamazdın zaten
kadıköy bile
konu sensen hep çok çirkin
belki de benimle ölürmüsün derdim
ilk şiirimi sana düşürmüştüm o gün
aklımı sana düşürmüştüm.
seni gördüğüm ilk anı hatırlıyormusun
sevgilim
bilemezdim nasıl bir derde düşmüştüm.


yarını dünden çok seviyorum.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

adada adam da dam

ve bir otobüs bir şehri yarıyor
tam ortadan nizami bir şekilde
muhakkak bir amacı olmalıdır diye
her yaranın
ve bağlanan kabuk
verdiği sözüdür arkada kalanın

otobüs alıyor içine herkesleri
ve gidiyor
arkasında kocaman bir kent
kent dediysem sanmayın ki öyle çok büyük
kasabadan hallice

otobüsler çıldırmış gibi
hepsi her yoldan çıkıyorlar
gelip bana çarpıyorlar
otobüsler tıklım tıklım insan dolu
izdiham desen alakası yok
otobüs dediğime de bakma sen
otobüsten az arabadan çok

otobüsü falan siktir et sevgilim
bir hikaye orada başlayıp orada bitiyor
uzak bir yer orası
önceden tanıdığın biri var
sevişiyorsun
sonra otobüse binip gidiyor
özlüyorsun
otobüs dediğime bakma
hem zaten siktirsin gitsin de
ama anlamadığım şey
neden hala
düşünüyorsun

bu sefer
düşüyorsun.

8 Mayıs 2011 Pazar

forza mersin ulannnn

sizin hiç yağmur yağdığı için okulunuz tatil oldu mu?

soğuk havanın karın ne olduğunu televizyondan izleyen bir genç nesil... güneyli olmanın verdiği canayakınlılık bir başka ifade katar ama suratlarına o güneyli çocukların. büyükşehirlerde ki hitap şekillerinin kente gelmesi bile converse modasının gelişi kadar gecikmelidir. bir yerlerde ağır abiler birbirlerini moruk diye çağırırken delikanlılığın kalesini koruyan yürekli kalecileri güneyliler olur hep. kardeş derler ama öle tehditkar değildir aslında, sevimlidir. bir şey mi oldu diye sorarlar. hayırdır derler.hayırı şeri bilirler. televizyon da yaşadığınız şehire rastlayamazsınız. ne haberlerde ne dizilerde bir sokağınızı bir çarşınızı göremezsiniz. aşk denen şeyin sadece istiklal caddesinde yaşanacağını düşünüp aşkın bile hakkını tam veremezsiniz.yakın kentlerin hava durumundan çıkarımlar yaparsınız hava sıcaklığı ile ilgili. ama sokağa çıkıp insanlarla oturdunuz mu da sanki tüm ülke o kadarcık sanarsınız. hem güneyli olmak biraz deniz fazlasıyla palmiye ve bikinili dolgun vücutlu genç bayanlar demektir.

siz hiç denizden çıkıp sahilde otururken yağan beş dakikalık kısa yağmurun altında öpüştünüz mü.

ve biz oralarda yaşarken aslında tam bilememişiz kıymetini şimdi anlıyorum. hele  bu gün sabah sabah oturup mersin in süper lige çıkışına 90 dakikalık tanıklığımda tam anladım. televizyonlarda görmek bu güne kadar bir kere adımızı söylememiş insanların ne kadar köklü bir şehir olduğumuzdan bahsetmelerini duymak...
ne oldu yarraklarım. düne kadar haritada yerimizi bilmiyordunuz birden ne oldu diyesim geliyor. ama nasıl mutluyum dostlar görmelisiniz beni. artık güneyin en dibinde sosyal olarak en karışık ve en eğlenceli yapıya sahip şehrin bir de süper lig de oynayan takımı oldu. mersinliler ne kadar sınır komşusu olsakta adanalılara da antalyalılarada fazla benzemeyiz. bu sebeple süper lig de ne yaparlar bilmem ama şunun garantisini verebilirim ki entersan bir kent profili ile karşılaşacaklar insanlar.
etrafı palmiyelerle dolu bir stadı olan
yemekleri ile saçma derecede bağımsız fakat leziz
denizi ve sahili ile en yakın rakibinin 3 puan önünde lider olan bir kent.
istanbul da yağmur altında maç oynanırken tribünlerini yarım kollu esmer abilerin dolduracağı bir takım.

sevgilim geldiğinden şu an için yazıya son vermem gerekiyor malum aşk beklemez.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

      Her gecenin sabahında başım yine döner döner
                                                                                             
 Ferdi Tayfur




























                                   1.bölüm











İnsanlık barut fıçıları üzerinde raks eden sarhoş; ağzında sigara ve elinde havai fişekler…                                       

            Saat sabahın dört buçuğu ve günlerden ne hiçbir fikrim yok. Akrep ile yelkovanın arasına sıkışmış yaşamın suyu, bedenimin çatlaklarından içime akıyor. Her bir hücrem boğuluyormuşçasına telaşlı… Televizyonu açık unutmuş olmalıyım diye düşünüyorum; çünkü şu an hiç hatırlamadığım bir ses sızıyor gecenin derinliklerinden beynime. Bu yabancı ses dövüyor bitmez tükenmez bir inatla üzengi kemiğimi. Kulak zarım un ufak olmuş gibi sancıyor, kimin bu lanet olası ses diye bağırmak istiyorum ama sesimi yuttuğumdan konuşamıyorum. Önümde ışıldayan tamamen camdan yapılmış kül tablasını fırlatmasam, belki de saatlerce devam edecek olan bu ses aslında biraz dikkatli dinleyince bana beni de anımsatmıyor değil hani. Ama fazla durmuyorum bu ayrıntının üzerinde, tek istediğim dinginlik. Kelimelerin kurşun kadar ağırlaştığı saatler bunlar, biliyorum. Güneş bir yerlerde saklanmış bekliyor doğacağı anın gelmesini. Ve karanlıktaki tedirginlik de tamamen bu kaybetme korkusundandır eminim. Gece her daim korkmuştur sabahtan, ben korkmuşumdur günün ilk ışığından. Aydınlıkta kamaşan gözlerim her zaman geceye özlem duymuştur. Ben bir insan olamam herhalde diye hep düşünmeme sebep olan gerçeklerden biri de budur işte.

Ben sabahları ölen geceleri doğan bir yaratığım.

İnsani duygularından 17 yaşlarında, henüz bir çocukken arınmış, etini kemiğinden; hıncıyla bilediği bir usturayla sıyırıp atmış, dişleri kanlı bir canavar belki de. Sesim yok, çok oldu sesimi bir vapura ödünç bırakalı… Babamın yıllar önce toprağın altına emanet bıraktığı, bıraktırıldığı kitaplardan öğrenmeye çalıştım hayatı, olmadı. Sessizlikte kulaklarını kapatan ve her gürültüde dinginliği bir kat daha artan bir yabancıyım artık. Evet, yabancıyım sizlere, insanlara ve en önemlisi de kendime. Kalabalıkların içindeki yalnızlığın ta kendisiyim, kimsesizliğimden doğmuş kalabalıklarımla ölmüşüm; her gece doğup her sabah yok olmuşum. Gri bir binanın renksiz camından izlemişim yıllarca sokaklarda ki renkli hayatları. Geceler boyu pencere kenarından tanıklık etmişim yaşam denen kavgaya, çünkü yabancıydım ve aşağı inip onlara karışırsam kaybolacağımdan korkuyordum. Kabul etmiyordum hiçbir ismi ve hiçbir dini yakıştıramıyordum insan denen mükemmelliğe. Kimliksiz ve ülkesizdim belki ama aslında mutlulukta kalıplarını sindirebildiğin kadar yaşanıyordu. Ben sınırlarımı silip atmıştım çoktan. Kurallarımı kendim koyacak kadar söz dinlemez, kendi kurallarıma küfredecek kadar da kendimi bilmezdim.
 Saat sabahın dört buçuğu ve elimde kahve fincanı diye tuttuğum şeyin eski gümüş işlemeli bir revolver olduğunu şimdi fark ediyorum. Hem de fincan kadar sıcak bir revolver. Elimi yakıyor namlusu, neden bu kadar sıcak ki diyorum kendi kendime, neden bu kadar sıcak bu kahrolası silah. Bu da zihnimin bir oyunu mu acaba bana?
Adım ne benim, ne için alev gibi sıcak bir namlunun ucuna yaslamışım şakaklarımı? Kanım neden bu kadar hızlı akıyor, göğüs kafesime dakikada ortalama yüz yirmi kere dışarı çıkmaya çalışırcasına çarpan içimdeki bu kuş da neyin nesi?
            Tanımlayamıyorum hiçbir şeyi. Suskunluğum çığ gibi büyüyor ve kaç gündür uyumuyorum ben bile unuttum. Tırnak uçlarımdan başlayan bir kendinde olmayışlık çevreliyor her bir hücremi. Şu son zamanlarda gerçek ile hayal o kadar iç içe ki benim için, her an kendimi balkondan aşağıya bırakabilirim, ne de olsa rüyadayım diye. Göz kapaklarım ağırlaşıyor git gide.  Ve günün her saati keskin bir bıçak gibi dolanıyor bu karmaşık halim, bedenimin her bir hücresinde. Huzur bir tramvay durağında hızlıca yakılmış bir sigaradan başka bir şey değil artık benim için. Ölüm ruhumdaki en büyük çatlak gibi acıtıyor zihnimi, merakımın en mahrem yerindeki sivilce gibi durmadan kaşındırıyor merakımı. Nasıl bu hale geldim ben, hiçbir fikrim yok. Şu an şaşkınlığım bedenime bir beden büyük geliyor. Ben- adım her ne olursa olsun ben- şu an ölümün kıyısındayım. O merak etiğim manzara; ölüm, olanca maviliğiyle uzanan bir deniz gibi serilmiş 43 numara olan ayaklarımın altına. Kot pantolonumu dizlerime kadar çekip ayağımın ucunu denizin o kadifemsi yumuşaklığında gezdiriyorum. Kahverengi spor ayakkabılarımı özenle çıkarmışım ıslanmasınlar diye. Kendime geliyorum ve soğuktan terlemiş olarak buluyorum 25 yıllık 2. el bu hantal bedenimi. Üstümdeki beyaz t-shirt ile -ki şu an fark ediyorum en sevdiklerimdendir- siliyorum hafif beyazlaşmış sakallarımı ve uzun saçlarımı. Silahı bırakıyorum sonra masanın üstüne, kafamı toplayamıyorum bir türlü. Ne oldu bana böyle anneme ne oldu, babamı 10 yıldır görmüyormuş gibiyim. Kız arkadaşım oldu mu acaba hiç ya da 10 sene boyunca hiç seviştim mi bir fikrim yok.
Kafam öyle karışık ki beynim aynı bir kambur gibi taşıyor ipsiz sapsız fikirlerimi. Gözlerim neden sanki yuvalarının dışındaymış gibi duruyorlar anlayamıyorum. Sanki bedenimle gözlerimi bağlayan tek şey en ince damarımmış gibi.  Her an düşüverecekler gibi, eğildiğim bu kahverengi ahşap masaya. Her şey bulanıktı 10 saniye önceye kadar ama yavaş yavaş netleşiyor gibi gözümün önündekiler şu an. İlk olarak gözüme odanın köşesindeki kahverengi abajurlar çarpıyor. Her köşede birer kahverengi abajur... Ne boktan bir renk diyorum henüz en sevdiğim renk olduğunu hatırlayamadığım bir boşluğumda. Sonra yanına sırnaşmış iki üç saksı çiçeği olanca yeşilliğiyle duruyorlar öylece. Onlara bakıp kafama bir el sıksam mı acaba diyorum. Sonra saçmalamayı ve elimdeki kalemi bir kenara bırakıp -ki ne zaman elime aldığıma dair hiç bir fikrim yok- odayı incelemeye devam ediyorum. Ve gri bir televizyon beliriyor kapının yanında, geçiştiriyorum bu ufak ayrıntıyı da ve geriye sadece kütüphane olarak kullanıldığını düşündüğüm bir dolap kalıyor. Çok da dolu olmayan sade bir odaymış diyorum kendi kendime.
Kalkıyorum yüzümü yıkamak için ama evi hiç tanımadığımı 80-85 metrekarelik bir evde banyoyu 24 saniyede bulmamdan anlıyorum. Yüzümü yıkamak için geldiğim lavaboda yüzümü bulamıyorum. Benim olamaz bu 80 yıllık yorgun yüz diyorum. Sivilcelerim nerde, yoksa ilk defa gördüğüm bir karış sakalımın altına mı gizlenmişler. Saçlarımı kim uzattı peki? Çıldırmak üzereyim. Konuşmak için ne kadar çaba sarf etsem de sadece ilkel sesler çıkarabiliyorum. Geri odaya dönüyorum. Şeytanın dişleri kadar parlak ve akıl çelici bir ışıltı kımıldıyor masanın üzerinde. Silahım, silahın, silahı… Her kimin ise artık… Tam da parıldayan silahın yanında; benim olduğumu 10 saniye önce aynaya bakarken öğrendiğim adamın, bir kızı öperken ki resmi bulunuyor. Kızı hatırlıyorum, uzak bir hikaye gibi bakıyor gözlerime. Evet, bu o diyorum. Kalbimin bekaretini verdiğim kadın. Gözlerinde hayatın anlamını ararken dudaklarında kendimi kaybettiğim kadın. Uzak bir tebessüm sadece, yanağımın iki kenarında patlayan gamzelerim. Çünkü anımsıyorum gidişini, bağımsız bir Uzakdoğu sineması örneği gibiydi. Kimse konuşmuyor ama herkes her şeyi anlıyordu. Ve kapının kenarında güneş gözlüğüyle dil çıkarıyordu Takeshi Kitano, nasıl da gitti der gibi. Her tebessümünde bir şeyler bıraktığımdandır o günden bugüne bana benden bir şey kalmayışı. Ayaküstü sevişirdik hatırlıyorum da; daha kasıklarımızdaki terler kurumadan karışırdık hayata. Ben teniyle büyümüşüm bu gün anlıyorum bunu. Bu karakalem tablo sızarken olanca hüznüyle gözkapaklarımdan anlıyorum hiç unutamadığımı. Her ıslaklığını hissettiğim kadın da hem de. Yıllar olmuş tenimi teriyle terbiye etmeyeli. Ve her gün dönecek nasıl olsa diye boşuna bekleyişlerim… Defolu bir hayale sarılmanın verdiği o karşı konulmaz boşluk her an acıtsa da içimi bekledim. Her ayak sesinde saklandım kanepe veya da kapı arkalarına. Anahtarınla içeri girişini hayal ettim, onu korkutuşumu, kendini korkudan bana bırakışını… Silahıma bakıyorum şu an ve suretim yansıyor işlemelerin arasından, yüzümde 25 yıllık yenilmişliğimin patavatsız manasızlığı. Karamsar dudaklarımla öpüyorum boşluğunu, huzursuz parmak uçlarımla okşuyorum kokunu. Artık adın bende yoklukla eş anlamlı. Çok hüzünlü ve az anlaşılır birkaç karalama hayatıma tüm tanıklığım. O kağıtlar da uçuşuyor sabah penceremi açtığımda içeri giren araba kornalarıyla birlikte. Üzerimdeki bu yapışkan üzüntü, bırakılıp gidilmenin verdiği o kekre tat değil, daha çok ayrılanları parkta ki yaşlanmış bankta oturup uzaktan izleyen o sakallı adamın hüznü geziniyor damarlarımda. Yılbaşında hiç gelmeyeceğini bilerek Noel Baba’yı bekleyen çocuğu 17’sinde gömdüm ben. Artık olması muhtemel şeyleri bile beklemek, sadece acı veriyor. Umut etmek beni en çok yoran eylem… Çoktan bıraktım umut etmeyi, içimdeki dilek ağacındaki mendillerle asıyorum ruhumu. Ruhum bedenime mezar, bedenim ruhuma kafes. Dindirmiyor hiçbir sakinleştirici kıyılarıma vuran o küçük çocuğun paranoyasını.
            Silahın başıma doğru yol aldığını duvara yansıyan gölgemizden anladım. O kadar dalmışım ki resimdeki mazime bir an için ben bile kendimi vuracağımdan korktum. Namlu ne zaman ki saçlarımın arasından girip kafa derime değdi; bunun sadece kaşınan başıma karşı verilen bir refleks olduğuna kanaat getirdim.  
Bitmiştim, bu gün için bunlar fazlaydı bu körpe bedenime: Bir anda kendimi 25 yaşına ışınlanmış sakallı uzun saçlı biri olarak bulmak, hem de gümüş bir revolver elimdeyken. Hemen arkasından da sevdiğim kadının resmini hiç bilmediğim bir evin ilk defa gördüğüm masasının üstünde görmek... Çok zor geliyor şu an için bedenime bunu kaldırmak. Ne kadar, biraz önce anlamsız gelen çoğu şey netleşmeye başlasa da yine de karşı koyamıyordu beynim bu şoklara. Ellerimin titrediğini hissedebiliyorum, gözlerimin karardığını, bir şeyler yemek için güç bela mutfağa yol aldığımı hatırlıyorum ve bir de dolabı açmadan önce kapısında gördüğüm kendi el yazımla yazılmış notu.
“İlaçlarını içmeyi sakın unutma”
       































2.bölüm




















Belki yine gelirim sesime ses veren olursa bir gün
                                                    Ahmet Telli
                                                                                             




-Temmuz uyan
Ne olduğunu bile anlamadan kafamı çeviriyorum sesin geldiği yere. Kapıda bir kadın 50 - 55 yaşlarında ve iddiaya girerim ki benim annem. Bana doğru kendinden emin, bir o kadar da acemi adımlarla yaklaşıyor ve eğiliyor yavaşça, o kadar eğiliyor ki kafamı biraz daha kaldırsam ilk doğduğum gün gibi memelerini ağzıma alabileceğim. Bir anda tüm bedenim titriyor nedensiz yere ve ben hemen bu zamansız şokun ardından, son bir gayretle doğruluyorum. Neden acaba buzdolabının kenarında yerde yatıyorum diye soruyorum kendi kendime ve acaba neden annem ağlarken bir taraftan da gülen gözlerle beni süzüyor böyle. O kadar anlamsız bir resim ki gördüğüm şey; yırtıp atmak istiyorum hemen oracıkta. Ama şu an fark ediyorum da anneme ağlamak ne kadar çok yakışıyormuş.
-Oğlum uyan. Nasıl korkuttun beni böyle. Yaklaşık 15 dakikadır burada bağırıyorum Temmuz diye. Bir şey oldu sandım kafanı da böyle kanlı falan görünce ne yapacağımı bilemedim, yüzüne su çarpıp ağlamaktan başka.
Şu an anlıyorum kafamın altındaki o ılık sıvının ne olduğunu. Ama o kadar rahatlatıcı ve mistik bir ılıklık ki; gözlerimi açıp da annemi dinlediğim şu son beş dakikada sırf o ılıklıktan uzaklaşmamak için kafamı kaldırmıyordum yerden. Ama artık vakti gelmişti. Biraz önce yaptığımı düşündüğüm oysa sadece düşünmede bıraktığımı şu an anladığım işlemi şimdi yapıyordum; sirkelenip, doğruluyordum.
-Anne ne olduğunu hatırlamıyorum, bir anda bu evde uyandım ve elimde bir silah…
            Annem sarılıyor sonra bana sıkı sıkı. Etrafıma bakınca bu ev dediğim evin benim kendi evim olduğunu anlıyorum. Evet bura benim evim ve o boktan kahverengi abajurlarda benim abajurlarım. Anneme ismini sorsam kızar mı bilemiyorum ama adını unuttuğum katiyen gerçek. Sonra birden aklıma geliyor her şey, yine o illet nöbetlerden birini geçirmiştim dün gece. Yine beynimle bedenim köşe kapmaca oynamışlardı. Ama bu farklıydı biraz diğerlerinden. Anlam veremediğim bir gariplik vardı üzerimde. Hep böyle oluyordu belli aralıklarla, bazı geceler kendimi hiç hatırlamadığım bir yerde -ki genelde benim evim oluyor bu- hiç anlam veremediğim pozisyonlarda buluyorum. (Alnıma dayadığım bir revolverle oturmak gibi…) Hatta bir kere annemin evinde tuvalette ağlarken bulmuştum kendimi. Annemi ise salonda susarken... Korkudan dilini yutmaya ramak kala kurtarmıştım annemi, kendine geldiğinde dili iki dişinin arasında çırpınıyordu, biraz da kan yutmuştu. Bilemiyorum, belki de yutmamıştı hatta dilini bile ısırmamıştı belki hiç kim bilir. Böyle garip anlarda uyanıyordum ve beynim bir fotoğraf gibi oluyordu. Makineden yeni çıkmış bir flu fotoğraf. Nasıl ki salladıkça netleşir o foto foto diye bağıran şipşakçıların fotoğrafları, zihnimde aynen öyle zamanla yerine oturuyordu. Kendi içinde bir kriminolojisi yoktu süregelen belki ama genelde en son isimleri hatırlıyordum. Ama bu sefer uyanmama rağmen gerçekle halisülasyonlarımın arasındaki o kalın çizgi baya bir incelmişti, ayırt edemiyordum. O lanet olası ilaçları beynimi uyuşturdukları için almamak acaba iyi bir fikir mi bilemiyorum ama 25 yıldır tırnaklarımla sarıldığım bu yaşamın 20 yılını onlarla geçirdiğimi ve düzelmediğimi düşünürsek aslında kullanmamın da bir anlamı olmadığını anlaya biliyorum kolaylıkla.
            Doğruldum ve masaya geçtim. Annem ecza dolabından getirdiği birkaç ufak malzemeyle hemen ilk pansumanımı yaptı. Terzi nasıl kendi söküğünü dikemezse annemde bir hemşire olmasına rağmen bir bezi kafama adam gibi saramadı. Bende çok üstelemedim, bu beceriksizliğini ellerinin titremesine ve 15 saniyede bir ağlarken hıçkırmasına vererek. Masanın iki ucuna oturduk. Annemi, geçen yıl kendisinin verdiği kırmızı güllerin- ki bunlardan aslında nefret ediyorum- arasından az da olsa seçebiliyorum. Dolabın yanında duran o sarı kafa ve üzerine gelişi güzel yerleştirilmiş iki yeşil göz, bir ağız, bir burun ve resmin gerisini tamamlayıcı küçük detaylar. Evet, bu annem olmalıydı. İsmi de geldi yeni yeni netleşen yüzünden sonra aklıma. Leyla …
            Bir kahve koydu bana kendisine de bir çay. Bir sigara çıkardım geçen gece ki düşmenin de etkisiyle buruşmuş Winston soft paketimin içinden, annemin yaptığı kahveye yarenlik etmesi için. Yaktım ve boğazımı sarmasını dilediğim o yakıcı dumanı bekleyerek çektim nefesi içime. Bir an burnuma götürdüm tütün kokan ellerimi, gözlerim doldu. Babamı ne kadar özlediğimi anladım. Beni severken tütün kokan parmak uçlarını… Babam da 1.80 boylarında, esmer ve gereğinden fazla bıyıklı bir adamdı. Alt dudaklarını örten bıyığı, yeşil gözleri ve boğazlı kazağıyla her zaman benim idolüm olmuştu. Ben henüz 13 yaşındayken kaybetmiştim babamı. Okuldan geldiğim sıradan bir gündü ve annem mutfakta yemek yapıyordu tam o sırada bir ses çınladı evde. Bom… Koşarak yukarı çıktık ve gördüğüm manzara karşısında birkaç dakikalık da olsa ölmüştüm anımsıyorum. Babam, bir mektup, bir silah ve biraz da kan. Annem hemen mektubu aldı ve bana sarıldı. Sıkı sıkı sarıyordu beni ve ben nedense en çok ağlamam gereken zamanda ağlayamıyordum. Bir haftadır evde bir hayalet gibi gezen babamın hep yorgun olduğunu düşünmüştüm ama bir daha uyanmamak üzere uyuyacak kadar da dinlemeye ihtiyacı olacağı aklıma hiç gelmemişti. Ben bunları düşünürken hala masada oturuyorduk ve annem dikkatlice bana bakıyordu. Ne zaman lafa gireceğini kestiremeden öylece bakıyordu, ve eminim ki neden ilaçlarını içmiyorsun diyerek başlayacaktır yaklaşık 10 dakika sonra.
            Bu hastalığımın aslında tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyor. Bende o yüzden adına kendi adımın verilmesini istedim birkaç doktordan. Sadece gülüp geçtiler biri hariç. O da buna yetkisinin olmadığını söyledi. İlk defa beş yaşındayken başıma geldi bu yapışkan nöbetler. Parkta oynamaya çıkmıştım o gün, hayal meyal hatırlıyorum da, evimizin önündeki küçük toprak parkta kovamla kumdan kaleler yapacaktım muhtemelen. Önce içimde bir ılıklık hissettim sonra bir tedirginlik ve tüylerimi ürperten bir dinginlik ve sonra bir karartı. Göz alıcı parlaklıkta bir karartı… Gözümü açtığımda sonradan bizim ev olduğunu anladığım bir evde hiç tanımadığım -ki babammış- bir adamın yanında ağlarken buldum kendimi. Beyaz önlüklü bir adam vardı yanı başımız da adının doktor olmadığını 15 dakika kadar sonra anlayabildiğim. Dudaklarını büktü adam anlamadım dercesine salladı iki yana kafasını, ben ise bütün beş yaşındalığımla ellerime baktım. 5 yaşında küçücük bir el için çok büyük bir ağrıydı bu parmak uçlarımı zonklatan. Gördüğüm manzara pek de iç açıcı değildi. Sol el serçe parmağım yoktu ve heyecanla korku bir anda belirmişti içimde. Korkuyordum çünkü artık bir sol serçe parmağım yoktu, heyecanlıydım çünkü hep uçabildiği için serçe parmak dediklerini düşünürdüm bu parmağa ve doğru olabileceğine ilk defa bu kadar inanmıştım bu saçma denen düşüncemin. Doktor gitti çok sonra. Tam da o esnada babamdan televizyonda de reklamını gördüğüm oyuncağı almasını istemiştim. Babam ise daha 2 saat önce parkta arkadaşını kafasını tahtarevalli ile ezmeye çalışırken serçe parmağı kopan bir çocuk için fazlaca yüzsüz bir istek olduğuna benzer bir konusu olduğunu anımsadığım yüksek sesli bir konuşma ile cevap vermişti bu kırılgan isteğime. Anlamadığım tek şey babam kimden bahsediyordu.

            On dakika geçmişti ben bunları düşünürken.
-Oğlum iç şu ilaçlarını. Biliyorum kabullenmek zor ama artık yeter 25 yıldır çektirmediğin acı kalmadı bana, bari senin acını görmeyeyim ne olur artık. Neden içmiyorsun anlayamıyorum zaten.

Bingo! Yine annemin yapacağını tahmin etmiştim. Bu küçüklüğümden beri oynadığım bir oyundu. Ve ödül olarak bir kesme şekeri attım ağzıma. Her kazandığımda bir kesme şeker yuvarlardım kocaman dudaklarımın arasından biraz bozuk ağzıma. Annem o kadar monotondu ki 15 yaşında beş dolgu vardı dişlerimde.
            -Sensiz ne yaparım ben. Aksatma ilaçlarını sen benim için bensin bebeğim…
Bir sigara tutuştururken titreyen elleriyle dudaklarına, dişlerinin arasında kayan cümleler bunlardı. Kaç dakikadır konuşuyordu neler diyordu bir fikrim yok ama ben duymayı bu cümle ile öğrenmiş gibiydim. Öncesi ağır bir sessizlik gibi... Tamam anne, dercesine baktım. Sigaramı bir an için annemin çok konuşan dilinde söndürmek istediysem de yapmadım ve musluktan ince bir ip gibi akan suda söndürüp pencereden dışarı attım.
           











           

        3.bölüm








                       
                            







       Tanrı bir gün sıkıntıdan patladı ve biz ona big-bang dedik.
                                                                            Hakan Günday




-Nereye Temmuz?
            -Hava alacam anne, biraz gezinip dönerim.
 -Beraber çıkalım istersen bir yerde oturup konuşuruz.
            -İstemem.
            -Ben konuşmaya çalışıyorum senle…

Senle lafını duyamadım çünkü o kadar hızlı çarptım ki kapıyı biran kulaklarım sağır oldu sanki. Ama muhtemelen öyle demiştir, ya da belki hiçbir şey dememiştir. Sonrada salyalar saçarak ve bağırarak cehennemin dibine kadar yolum olduğunu ve siktir olup gitmemi emretmiştir büyük bir olasılıkla, belki de alakası yoktur ama ben kapıyı çarpmıştım çoktan. Nokta yani. Ondan dolayı şu an tek duyduğum apartmanın merdivenlerini üçer üçer inmemden kaynaklanan sesti. Ayaklarımın betona düşüş sesleri… Merdivenler bitti ve binanın kapısını açıyorum şu an. İstanbul da hafif güneşli bir hava var. Ama yerlerdeki karları eritecek kadar da değil hani.  Hala yürürken ayakkabılarım mahsur kalıyor kısa sürelik de olsa kar birikintilerinin içinde. Kulağımda ki ı-pod kusuyor tüm kırılmışlığını kulaklığından kulaklarıma. Hasta siempre diyor, kim söylüyor bir fikrim yok ama bir kadın. Slyvie Vartan olsa ne güzel olur diyorum, kadının sesi bana onu hatırlattığından. Bir sigara daha içmek için elimi cebime atıyorum ve son bir tane sigaramın kaldığı paketi sigarayı aldıktan sonra buruşturup fırlatıyorum. Nereye gideceğimi bilmeden iki yanı tıkış tıkış ev olan sessiz fakat olabildiğine dar sokağımdan kendimi bir an önce dışarı bırakmak istiyorum. Etraf da yıllardır gördüğüm yerler duruyor bu günde. Yine ilk önce berber açmıştır dükkanını eminim ve en son da köşedeki ganyan bayii. Ağzımda ki sigaramın yarısı gidiyor ve birden aklıma geliyor resimdeki kız. Sahi adı neydi diyorum bir an ve hemen imdadıma yetişiyor içimdeki çenesi düşük mazi. Tanem diyor adı Tanem’di.
İlk gördüğüm anı hatırlıyorum da fazla pileliydi aşık olmamak için. O tanrısal yumuşaklığı taşıyordu gözbebeklerinden, o başıboş gülümsemesiydi gamzelerine saklanan. Beyaz dar bir gömlekti hayal dünyamın genişliği ve bir mini etek uzunluğundaydı bütün direne bilmişliğim.
Aklımdan savmaya çalışırken bu saplantılı düşünceleri bir kafe gördüm. Kararan gözlerimin bedenime yol gösteremeyeceğini anladığımda bıraktım kendimi bu kafeye. Ayaklarıma inen karasulardan üşümüş olacak ki ayak parmaklarım buruştuklarını her bir zerremle hissediyorum. Oturdum ve daha menüye bile bakmadan her zaman içtiğim şeyden söyledim bir tane.
-Bir sıcak çikolata alabilir miyim?
Eğer bir süper kahraman olsaydım hiç de karizmatik olmayacağımı hayal ettim birden, sıradan surat yapım, Winston softum ve günde beşi bulan sıcak çikolatalarımla. Güldüm biraz soluk aldıktan sonra. Ne zamandır üzerime yapışan bu obsesifliğimin artık böyle içinden çıkılmayacak hallere gelmesi korkutmaya başladı beni. Aklıma gelen bir düşünceyi kafamdan atmak ancak gözlerim karardığında mümkün olabiliyordu. Hatta bazen olamıyormuş onu da şu an anladım. Ayaklarım bilerek mi beni buraya sürükledi yoksa bir tesadüf mü en ufak bir fikrim yok ama burası Tanem’i ilk gördüğüm ve onu ilk öptüğüm yerdi. Şu an fark ettim de, şu sağımda ki masa da oturmuştuk. İlk öpüşmemizi hatırlıyordum da o kadar acemiydik ki dişlerimiz birbirine çarpmıştı ve çıkan ses ikimizi de sonu olmayan bir utangaçlık ve arkasından durdurulmaz bir kahkahaya sürüklemişti. Sonrasında her gece mektuplar yazdım ona. Kalemim kağıda küskün de olsa bıkmazdım ona yazmaktan. Belki elimdeki kalem sihirli bir değnektir deyip, dokundururdum diz çöken satırlarımın omuzlarına. Hep bir sitayiş ile söz ederdim tombul ayaklarından. Ama değişmedi dünya; ne o kaldı sonsuza dek ne ben ölümsüz oldum; ne de sigara dumanıyla yüzünü çizebildim çatlamış dudaklarımın yardımıyla çırılçıplak duvarlarıma. Oysa şiirbazdım ben, terk edilmiş sokaklarda ve inanıyordum bir cümleyle dünyayı kurtarabileceğime. Şapkamdan kalp çıkartsam şu an acaba geri döner mi bana?
 Zihnimin bana oynadığı oyunu bir çift sütun gibi bacak bölüyor, bıçağın eti kestiği gibi bir kararlılıkla hem de. Diz kapaklarının bir karış üstünde yeşil eteği ve altına giydiği yeşil file çoraplarıyla bir çift bacak… Üst tarafına doğru kaydırdıkça gözümü bir sarı gömlek ve biraz daha üstünde tüm cömertliğiyle kendilerini sergileyen bir çift göğüs…
-Buyurun. Sıcak çikolatanız

Gözlerimi bir an göğüslerinden uzaklaştırıp yüzüne baktığımda kızıl saçlı ve beyaz teniyle haddinden fazla güzel bir kız ilişiyor gözüme. Aynı şairin dediği gibi; lüzumundan fazla beyaz… Eğer aşık olmam gerekseydi ve ya aşk diye bir şeye yer kalsaydı şu hastalıklı ruhumda işte doğru adres diye bağırabileceğim bir ateş parçası. Ama benim ne halim ne de zamanım vardı bu hastalığa yakalanmaya. Bence aşk kusursuz olan insan bedenindeki tek çatlak, gözden kaçan üretimdeki tek hata… Hemencecik kapıp sıcak çikolatamı gözlerimi yumuyorum kaçmak için ve gözlerimin önüne kapıyı çarpıp gittiği gece geliyor. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak bu olsa deyip bırakıveriyorum kendimi gözkapaklarımın içini boyadığım bu yüze. Her gözümü kapattığımda gördüğüm o surete, Tanem’e… Beyaz hırkalı gülüşü geliyor gözümün önüne, bu kafe de ki ilk buluşmamızda heyecandan selpakları dağıttığım gün çok sonraları da. Gülmüştü ve iliklerime kadar tanrı dolmuştum. Ayrıldığımız güne dair ise tek hatırladığım hiç de hikayelerdeki gibi olmadığıydı... Ne yağmur yağıyordu nede ben arkasından kapının önüne diz çöküp bütün geceyi orda geçirmiştim. O gün yitirmiştim inancımı masallara, yedi cücelerime o gün küsmüştüm, kurbağa mı o gün öpmek yerine ayakkabımın topuğuyla ezmiştim. Külkedisinin koşarken düşürdüğü ayakkabıyla tecavüz etmiştim şehirdeki bütün genç kızlara ve ülkemdeki tüm balkabaklarının toplanması emrini vermişim şövalyelerime. O an için idrak edememiştim durumu ve kendimi başka kollara atabileceğim düşüncesi cilalıyordu hiç durmadan çok önceleri tozlanmış olan özgürlük hayalimi. Parıl parıldı, aklımı çeliyordu. Sonraları elim ayağım dolaşır oldu. Ne yapacağımı kime gideceğimi bilmiyordum. İlk zamanlar kendimi hep bir fahişenin sıcaklığına bırakır ve ıslaklığında boğulmayı beklerdim tüm gece boyunca. Çünkü biliyordum başka bir teni sevebilecek gücüm olmadığını. Ama artık korkar oldum tüm fahişelerden ve bilemiyorum kime sığınsam, kim onarır ruhumu, kim ağlar bir daha öperken tenimi.
Kalktım kafeden ve nereye gideceğimi bilmeden bıraktım kendimi Beyoğlu’nun ara sokaklarına. Her an bir üniversite öğrencisinin fotoğraf makinesine poz olabilecek kadar hüzünlü ve kırışık bir yüzle yürüyordum mendil satan çocukların arasından. Nevizade de bir barda içmek istedi canım sanki hiç içmemişcesine. Köpekler gibi, ölene ve hiçbir şeyi hatırlamayana dek. Sonra dün gece de hiçbir şeyi hatırlamadığımı fark edip vazgeçtim. Kendimi şanslı hissettim biraz da, insanların içki içip zaman ve para harcayarak ulaşmak istediği noktada süren bir hayatım vardı. Uçlarda yaşıyordum. Ruhum biraz obsesif yerine göre fetişist yani tam anlamı ile manyaktı. Bunu bir kadının diz kapaklarını saatlerce yalama hissi içimde ilk uyandığında anlamıştım. Ve sağ ayak baş parmağına aşık olduğum 100 kiloluk amaçsızca çirkin eski bir kız arkadaşımda bunu ilk onaylayan olmuştu. Bıraktım kendimi, seller gibi çağlıyordum Beyoğlu’nun tarih kokan sokakları arasında. Fransız sokağından birkaç kafe kattım hırçın sularıma ve döküldüm, galata kulesinin koynundan süzülüp haliç’ in sularına.
Eski günlerime dönmek istiyorum. Daha çocuk ve daha az sorunlu günlerime… Tek düşüncemin karanlık kafe köşelerinde bir liseli kızın bacak kokusunu içime çekmek olduğu günlere dönmek… Annemi öptüğüm babamı hatırladığım günlere…
            Eminönü’nde tramvay bekliyorum Beşiktaş’ta ki evime dönmek için. Hava soğuk ve yeni aldığım sigaranın poşetini sabırsızlıkla yırtıyorum. İçinden çıkardığım sigarayı yakar yakmaz öle bir nefes çekiyorum ki tüm Eminönü içime doluyor sanki. Tramvayı kaçırmamak için koşuşturan insanları izliyorum sonra. Öpüşen, kavga eden çiftleri… Seks yapmak isteği göz bebeklerinden taşan adamların mini etekli kızlara nasıl baktığına üzülüyorum bir beş dakika kadar. Sonra bende bakıyorum kızlara, birde yanımda bekleyen sakallı adama. Sonra tekrar üzülüyorum ama bu sefer kendime, ölümcül yalnızlığıma. Ardından bir anons bölüyor tüm savunmasız dalgınlığımı. Tek anladığım kısmı sayın ve Kabataş kelimeleri, onlar da yarım yamalak. Demek ki son durağa gelmişiz diyorum ama ben tramvaya ne zaman binmiştim ve o kısa etekli kadınlar ne zaman inmişlerdi hiç anımsamıyorum.













                         4. bölüm
           










Eve geldiğimde saat akşamın dokuzu olmak üzereydi. Annem gitmişi ve ben artık kafamdaki bu çılgınlıkların nereye varacağını düşünüyordum zihnim çok yorulmuştu. Annem çok kızmış olmalı diye düşündüm çünkü kendi çay içtiği bardağı kaldırmıştı ve benim kahve fincanım hala orta yerde duruyordu. Şu an kafam çok net bir durumda. En azından koluma baktığımda neden koluma takmışım dercesine siyah kordonlu saatime dalmış bulmuyorum kendimi. Ama sanki ufacık bir sinirlenme de yine elindeki kocaman silgiyle geleceğimin birkaç saatini silecek diye korkuyorum, peşimi bırakmayan nöbetlerim. Sonra son beş altı krizden sonraki geri dönüşlerde -ki geri dönüş dediğim şey benim manyaklığım ile normalliğim arasında ki çizgideki yolculuğumun adıdır- çok acı çektiğimi fark ediyorum. Sevdiğim tüm kadınları bulsam mı acaba diyorum. Hepsini en son gördüğüm yerde arasam mı acaba diye düşündüğüm an, orda oturduğumu fark ediyorum. Yatağım… Benim emektar yatağım, dünyadaki en keskin kokuya sahip yatağım. Birbirine karışan sayısız ter ve parfüm kokusu… Burada hayatta bulamam onları, çok kalabalık bu yatak, tüm İstanbul’u arasam daha kolay ulaşırım izinize. Çok acı çektim gittiğinizden beri çok üzüldüm, ve şu an ki mutsuzluğum bir orospuyla paylaşılacak kadar kutsaldı benim için, bir nevi kutlama yani. Melda, benim emektar orospum… Aslında orospu biraz ağır olacak parmağında benim hediye ettiğim ve kurdelesini babasının kestiği bir nişan yüzüğü taşıyan kız için ama benim için sadece yatağımı paylaştığım bir orospu o. Esmer çıkık kalçası, dolgun göğüsleri etli dudakları ile gördüklerimin en iyisi belki de. Aradım ve kırk beş dakika sonra kapı çaldı. Ortaköy’de oturuyordu ne kadar geç geldin deyince güldü o benim lafımdı ama dedi yollu bir ses tonuyla, anlamadığım bir şekilde. Sonra içeri girdi. Aşkım deyip sarıldığı boynumu tam ondan nasıl kurtarım diye düşünürken, dün neden aramadın beni çok bozuldum deyip iyice sarmaladı beni. Sonra ellerini gömleğimden içeri sokup “ çok özledim” dedi. Üstünde vücuduna yapışmış beyaz bir elbise vardı ve esmer teni içersinde alev alev yanıyordu. Beni sandalyeye itip önümde diz çöktü. Sadece üstümde pantolonum kalmıştı ve kemerimi ufak bir hareketle fırlattı yatağın üstüne. Pantolonumun açılan her düğmesine kalbim yaklaşık 20 çarpışla cevap veriyordu. Hiç sevişmemiştim sanki daha önceden, heyecandan oracıkta ölecektim. Pantolonumu da çıkardıktan sonra saçları kasıklarımda gezinmeye başladı. Onu izliyordum sonra kafasını kaldırıp dudaklarını öptüm sonra yatağa uzandık gözüm bir an saate ilişti. Saat on birdi. Sevişmeye başladık ve ben Melda’nın üstüne yığıldığım anda saat on ikiyi kırk geçiyordu. Ama ben hiçbir şey anlamamıştım çünkü dalmıştım başka fikirlere başlar başlamaz. Mesela gökcisimleri ile ilgilenen saçma bir kurumun 2006 yılında Plüton’u gezegenler arasından kovmuş olması ve yılların gezegenine küçük gezegen anlamı taşıyan bir başka kelime ile hitap etmesi çıldırtmıştı beni. Uzun uzun bunu düşünmüştüm, inlerken hem de. hem de kısa kısa. Bana sorsanız 10 saniye olmamıştı ve ne yaptığıma dair de en ufak bir fikrim yoktu. Ve Melda konuştu
-         Ne kadar geç geldin…

Repliği çalınmış bir oyuncunu şaşkınlığı yüzüne yerleşmiş bir kızla sevişmek ve ardından şaşkınlığını atmış bu yüzün karşısında çırılçıplak bir şekilde sigara içmek… İşte son birkaç saatimin özeti bundan ibaretti. Ve seksten sonraki tiksinme duygusunu o kadar çok hissediyordum ki bir daha istememesi için hiç söndürmeden arka arkaya dördüncü sigaramdı şu an ağzımdakini yakmak için ucuna iliştirdiğim. Çırılçıplak bir şekilde duşa doğru yürüdüm ve buz gibi bir suyun altına bıraktım biraz hırpalanmış bedenimi. Saçlarımın arasından suyun ağzımdaki tükürükle karışıp lavaboya akmasını izlemek en eğlendiğim anlardan biri olmuştur hep çocukluğumdan bu yana. Duştan bornozuma sarılmış bir şekilde çıkıyorum şu an. Ve kitaplığımın önünde duran çıplak kadın vücudunu izliyorum. Sesimi duymuş olacak ki dönüp bana konuşmaya başlıyor.



-         Hayatım, benim gitmem gerek.
Neden diye sormak isterdim bende normal bir insan gibi ama inan umurumda değilsin. O yüzden içimden ama bağırarak “siktir git”.
-         Tamam hayatım, sonra ararım seni. Ben de çok yorgunum zaten.
Sonunda gidecekti ve şu an giyinirken konuştuklarını duymamama rağmen onu dinliyormuş gibi davranıyorum. Ya çok kızıyor ya da onun da umurunda değil ve sadece güzel sözler söylüyor. Ama bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. Ben sadece o muhteşem anı bekliyorum. Kapıyı arkasından kapattığım anı. Ve işte o kutsal an gelip çattı.
-         Görüşürüz hayatım.
Çat. Uzun bir sessizlik sonrası... Oturuyorum masama. Bornozum, sıcak çikolatam, Winston soft paketim ve Nazım Hikmet’in bir kitabı. Adı çok önemli değil nitekim her kitabı aynı değerde benim için. Hemen rast gele açıp bir iki dize okuyorum. Okumak… Ruhumu pisliklerinden arındıran en büyük ibadet diye düşünüyorum. En sevdiğim şiirlerinden birini açmışım şans eseri de.


 Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
Ona sorarsanız : "lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman."
Bana sorarsanız : "on senesi ömrümün."
Bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
Ona sorarsanız: "bütün bir hayat."
Bana sorarsanız : "adam sen de, bir iki hafta."



Şiir kitabını kapatıyorum, masamın üzerindekilerden hangisini okusam acaba bu gece diyorum. Bir doz Hakan Günday mı alsam ya da Gecenin Sonuna Yolculuk mu daha iyi gider? Pablo Neruda mı gezinse yoksa damarlarımda ben uyurken, karar veremiyorum Ahmet Arif Hasan Hüseyin ile kol kola gözlerimin içine bakarlarken… Sonra aklıma dün gece bayılmadan önce okuduğum şey geliyor. evet dün bir kutu bulmuştum kapımın önünde. içeri getirip kutuyu açtığımda içinden mektuplar çıkmıştı. benim yıllardır her doğum günümde yazdığım mektuplar... onları annemin evinde saklıyordum. psikoloğumun bir tedavi önerisi idi bu. senede bir tane yazıyordum ve bunları arada bir okumamı istiyordu doktor. ama ben hiç okumamıştım. annem koymuştu herhalde kapının önüne diye düşünüp masamın altına atmıştım dün gecede. Evet, biraz Temmuz okumalıyım diyorum şu an, kendimi dünyanın en tutarsız kitabını… Ve ahşap masamın en alt çekmecesini açıyorum. İnsan aslında hayvanlardan farklı olarak düşünmekten öte istediğinde dünyayı diz çöktürebilmesiyle ve istediğini alabilmesiyle ayrılıyor diye düşünüyorum. Tozlu bir çekmeceden bana gülümseyen mektuplar. Farklı farklı tarihlerde yazdığım onca satır. Bir tomar zarf… Hemen bakıyorum ama üzerinde ne bir pul ne bir adres var. Tabi ki çok doğal diyorum sonradan kendi kendime. 15 yaşımdan beri sadece doğum günlerimde yazdığım mektuplarda pulun ne işi var. Bu doğum günümde yazmadığıma göre 13 tane olması lazım diyorum. Takvime bakma gafletine düşüyorum birden. Çok uzun zamandır bakmıyorum takvimlere, sadece annemin kutladığı doğum günlerimde biliyorum yaşadığım tarihi. 6 Mart dünyanın lanetlendiği gün… Keşke adımı Odin koysalarmış o zaman kaderimle ismim daha uyumlu olurmuş diyorum kendi kendime. Ama bu sefer meraktan bakma isteği duyuyorum ve arkası büyük bir şok. 6 Mart geride kalmış hem de benim geçirdiğim son kriz günüymüş doğum günüm. Kafam çok karışıyor birden ama annem sonraki gün gelmişti ve bu güne kadar hiçbir doğum günümü kaçırmamıştı. Doğum günümü nasıl atlamıştı. O gece gelmiş olsa hayır canım sabah kapıyı açıp girmişti. Geri dönüşümün sonunda gelmişti. Peki, neden unutmuştu ama çok da önemli olmadığını düşündüm sonra. Ne de olsa ben de 13 yıldır hem onunkini hem kendiminkini unutuyordum. Neymişim ne olmuşum ve bu gelişimim de neler yaşamışım… Bunları düşünmek heyecanlandırıyor beni ve hemen okumaya koyuluyorum.  Sadece kendi el yazımla kendim için yazıyor en üstteki kağıdın üzerinde. Kendime ait hatırladığım tek şeyin o günlerden, mürekkep hatalarım olmasını bilmek biraz fazla can acıtıcı tam da bu saatlerde ama olsun. Heyecanla üzerinde kendim için yazan kağıdı açıyorum. Gözüme ilk çarpan hiç bir zaman ne tarafa yazılacağını öğrenemediğim sağ üst köşeye yazılmış bir tarih oluyor:

6 mart 1995.
 Tam on üç yıl öncesi, benim on beşinci doğum günümü kutladığım gün. Hatırladığım son doğum günüm. Hızlıca okuyorum yazdıklarımı ama okuduklarıma inanamıyorum. Meğer ne kadar da karamsarmışım o yaşlarda diyorum. Bazı satırlarda donan kanım bazılarında fokur fokur kaynıyor. Kanım o kadar sıcak ki damarlarımdan başlayıp tırnak uçlarıma kadar her bir hücremi eritebileceğini bile düşünüyorum bazen.

20 Mart 1995…
Merhaba her kime ise bu yazdıklarım, her kimse okuyan. Bu ilk yazışım sana adın ne bilmiyorum, adım ne inan hiçbir fikrim yok. Kimliğimi üstümden sıyıralı yaklaşık 15 dakika oluyor. Bu zarfın üzerinde kendim için yazıyor olacak muhtemelen, planım o yönde ama zaten bu ayrıntı yazdıklarım içinde üzerinde en az durulacak olanı. Bu gün benim doğum günüm, içerde anlam veremeyeceğim bir mutluluk hakim olmuşken havaya, ben o pembe tabloyu bir bıçakla yırtıp yanına koştum. Kalemim kağıdımı parçalayacak gibi agresif ama aynı zaman da o kadar da çekingen ki susuyor uzun uzun bu beyaz sonsuzluğun üzerinde. Beş yaşından beri ilaçlarla düzeltmeye çalışan ruh halimin iyice bozulduğunun habercisi olsa gerek sıklaşan bayılmalarım. 10 yıldır sabreden sorunlarım taşıyor ellerimden ayaklarımdan… Bu gün gerçekten benim doğum günüm, bende herkes gibi bunu düşünüyorum ama bir farkla. Bu benim ilk doğum günüm. Aklımda binlerce soruyla doğdum ben. Kulağıma tam da ismim fısıldandığı an adım ne diye geçiriyordum aklımdan. Yurdum yok benim inançlarım yok. Belki daha çok küçük olduğumu düşünebilirsiniz ama ben feragat etim çoktan beni herhangi bir şeylere hapseden kalıplarınızdan. Hiç bir şeyinizi istemiyorum ne ideallerinizi ne saplantılarınızı ne bel bağladığınız içi boş dayanaklarınızı. Tanrının olmadığını düşünmek istiyorum çünkü eğer gerçekten de tanrı varsa her gün gördüklerim ona duyacağım saygıyı biraz daha azaltıyor ne yazık ki. Bir baba sözünü dinlemeyen çocuğuna her yanlışında el kaldırırsa tasvip edilmeyeceği gibi kabul edemiyorum savaşlarda ölen masum bebekleri. Aç insanlar, saptırılmış dinler, baskıcı ideolojiler ve bir şeyleri zorunlu kabullendirme çabalarınızdan o kadar bıktım ki çıkarıp atmak istiyorum insan gömleğini üzerimden. Aç gözlü ülkelerin salyaların da boğulan ırkları gördükçe nefret biliyorum gün be gün. Tanrı neden yarattı bizi acaba diye düşünmekten alamıyorum bu çocuk zihnimi. Neden biz varız amacımız ne neye hizmet ediyoruz. Yazmak istemiyorum artık. Biraz daha hafiflemiş gibi hissetsem de kendimi kelimelerin ağırlığı altında kamburu çıkıyor kalemimin. Yazamayacağım belki de bir daha. Belki de yarın sabaha tekrardan normal bir 15 yaşında çocuk olarak uyanırım kim bilir. Kızların peşinden ıslık çalıp, bilgisayar oynayan sivilceli iğrenç sesli bir çocuk olarak…
Güle güle adın her neyse, bu arada benim adım temmuz.

Gerçekten de zor bir çocukluk geçirmişim diye geçiriyorum içimden belki de nöbetlerimin sebebi bunlardır diyorum. Diğerlerini de bir çırpıda okumak istiyorum ama hayır. günde bir tane okuyacağım. Bu benim oyunum ve kurallarına uyacağım. Hem zaten eğlenceli olabileceğini düşünüyorum her geçen gün kendini biraz daha tanımanın. Ama neden bu güne kadar hiç okumadım onu bilemiyorum. Neden yenilerini yazıp altına sıkıştırdım hep. Nasıl hiç merak etmeden yazdım sadece.  Gözkapaklarım ağırlaşıyor ve kendimi bırakıyorum yatağıma. Sanki azgın bir nehirde küreklerini kaybetmiş bir kayıkçıyım. Uyku beni alıp götürüyor ne yaparsam yapayım.




















5.Bölüm














            Sabah ilk ışıklarını olanca kuvvetiyle üzerimde hissediyorum. Gördüğüm rüyanın etkisiyle zangır zangır titriyor vücudumun her bir santimetre karesi. Rüyamda onu gördüm yine. Yine o gelişi güzel ağzına serpiştirilmiş dişleri ve çekik gözleriyle gülüyordu bana. Beyoğlu’nun terk edilmiş bir arka sokağında iki katlı bir ahşap evin önünde durdu, ben durdum, dünya durdu. Kırmızı çantasından çıkardığı anahtarla açtı kapıyı. Aklıma bizim kapımızı açışı geldi; sustum. Bir dakika bile geçmeden ikinci katın penceresi açıldı. Perdesi rüzgardan dışarı çıkmış bir pencereden hafif hafif süzüldü yüzü. Hemen bende girdim apartmana arkasından. Koşuşturuyordum sırılsıklam terlemiştim. Sanki iki kat değil de 10 yıldır merdiven çıkıyormuşçasına bitkin düşmüştüm geriye dönüp baktığımda. Ve o an anladım daha bir basamak bile çıkamamıştım oysa. Uğraşıyordum ulaşabilmek için ona ve bunun rüya olduğunu anladığım da uyanmamak için savaş veriyordum kendimle. Onu bir daha görecektim rüyada olsa ve bir anda konuşur buldum kendimi. Karşımda kırmızı elbisesiyle bir prenses gibi duruyordu.
           
-         Neden gittin hiçbir şey söylemeden?
Direk olarak lafa girmiştim.
-         Ben kalıcı değildim zaten Temmuz. Sen benim için yol üstündeki eski bir otel odasıydın. Sabah yola devem etmek için dinleneceğim tahta kokulu yalnızlığımdın.
-         O ne demek anlamıyorum bir şey. Ne saçmalıyorsun.
-         Sen benim yalnızlığımdın diyorum işte neyi anlamıyorsun. Ben çirkin sesimle içimden bile söyleyemediğim şarkıları bağırmak için geldim yanına. Rahatça saçmalayabilmek için. Sende hiç yapamadığın yaşamadığın şeyleri yaşamak için geldin bana. Sen benim karantinamdın. Dünyayla arama seni çektim ben, sen de beni.
-         Neden bu kadar beklettin peki beni.
-         Benim kimseyi bekletmedim. Sen kendini beklettin. Gerçekle yüzleşecek gücün olmadığından bekledin.
-         Nasıl ne diyorsun anlamıyorum. Her neyse neden bir gidiyorum bile demedin o zaman. Bari buna cevap ver.
-         Ben geliyorum da dememiştim ki sana
-         Ama…
-         Ama değil hem bak daha adımı bile bilmiyorsun benim. Sahi adım ne benim?
-         Adın mı? Nasıl yani.
-         Yeni fark ettin demi. Ben hiç gelmedim sana. Aslında sadece seni kendi hayatıma aldım ve benim izin verdiğim kadar yaşadın beni. Ve bir gün pufff. Gece 12’yi geçti ve ben balkabağına binip gittim. Geride hiçbir ihtimal bırakmadım.
-         Ama ben hiç böyle hayal etmemiştim ben. Bana verecek cevapların var sanıyordum.
-         Var cevaplarım ama sen cevap değil duymak istediklerini bekliyorsun benden.
-         Hiç sevmedin mi beni yani?
-         Anlamak istemiyorsun demi aşk diye bir şey yok. Aşk sen ben dünya… Hiçbir şey yok anlasana bunu. Mesela ben var mıyım düşün bakalım şu an ya da o kefede beni öptüğün o ilk günü, yanında benim olduğum yerdeki boşluğu hisset. Şu an oturduğun koltuğun aslında ölümcül bir boşluk olduğunu hayal et. Yokluğumu dinle belki de kalp atış seslerinde bir yelerdeyimdir ha ne dersin. Her şey bir göz yanılsaması ben seni hiç sevmedim çünkü seni hiç gerçekten görmedim. Hiç sevişirken tenini hissetmedim.
-         Ama ben. Hiçbir şey anlamıyorum peki o zaman… Neredesin hey sana diyorum adın neydi nerdesin yine mi bırakıp gittin beni yine aynı şekilde hem de. Aynı ev, aynı yalnızlık… Sana diyorum nerdesin…

Terler içinde uyandım. Bu lanet olası kabus sıçtı tüm huzurumun içine. Adını bile bağıramadım. Tanem bile diyemedim. Ellerim dilim kolum bağlanmış gibiydi. Neyse ki şu an uyandım en azından diyip derin bir nefes alıyorum. Hemen saate bakıyorum of aman tanrım ne kadar da çok uyumuşum. Saat 14:30 olmuş. Hemen kalkıp banyoya giriyorum yüzümü yıkıyorum ve bir an da nefret ediyorum omuzlarıma düşen saçımdan uzamış sakalımdan. Üzerimdekileri çıkarıyorum ve soğuk bir duş beni kendime getireceğinden atıyorum kendimi küvete. Banyom; belki de en çok ve eğlenceli zaman geçirdiğim yer. Çok zengin olmasam da banyoma biraz masraf etmiştim hatırlıyorum. Tam küvetin karşısında bir plazma televizyon ve dvd player. Tam da yanımda ise bir mini bar duruyor. Küvette film izlerken sağ elimi atıp hiç bakmadan içinden soğuk bir içki çekebildiğim bir mini bar. İçinden yarım bir Jack Danıels seçiyorum şimdi de ve bir kadeh koyuyorum kendime. Karşımda ise Stanley Kubrick’in efsanevi yapıtı Otomatik Portakal… Yavaştan yudumluyorum boğazımı uyuşturan viskiyi. Sonra filmin bitişi ile birlikte şişenin de baya azaldığını fark ediyorum. Sonra banyodan çıkarken gözüme tıraş makinem çarpıyor. Aynan karşısına geçip çalıştırıyorum. Saat en azından beş olmuştur diye düşünürken bir yandan da saçlarımı makineye vuruyorum. Yüzümdeki ve kafamdaki bütün yara izleri daha bir ışıldıyor artık ve ensemdeki dövme tüm agresifliği ile gülüyor şu an. Yıllar sonra ışık görmenin verdiği huzur ile gülüyor. Saçlarımın hepsini kestikten sonra sakallarımı kesmeye başlıyorum sadece çenemin altında bıraktığım sakal kalıyor yüzümde. Gerisi büyük bir boşluk… Meğerse sandığım kadar çok da sivilcem yokmuş hatta sadece bir tane olduğunu yeni fark ediyorum. Ama sol gözümün üç parmak altındaki dikiş izim olduğundan fazla bir sert hava yüklüyor naif omuzlarıma. Kollarımdaki dövmeler de sanki daha bir yakıştı bu kılsız Temmuz’a. Sol kolumda ki dövmeyi yaptırdığımı hatırlıyorum da ilki olduğundan olsa gerek canım çok yanmıştı. Kanın akışını izlediğimde ise bu acının neden bana bu kadar zevk verdiğini düşünmüştüm. Ama kanım gerçekten de çok akıyordu. Dövme yapan sarışın her yerinde dövmeler olan çocuğa neden böyle diye sorduğumda alkol yüzünden olabilir demişti. Kanın akış hızını arttıran bir madde olduğundan alkol, dövme yaparken çok daha fazla kan akarmış diye buyurmuştu. Doğru ben de alkollüydüm dört tane ekstra içmiştim buraya gelmeden korkumu yenmek için. Henüz 17 yaşındaydım ve koluma “hepsi yaralar, sonuncusu öldürür” yazdırıyordum. İçmesem olmazdı. Bir yıl geçmeden sağ koluma da Bob Marley’in bir sözünü yazdırmıştım. “My courage is from my fear.” Sakallarımı da kestikten sonra bir daha duşa giriyorum. Üzerimde kalan yıllardan beri özenle taşıdığım kılların hepsi gitsin diye. Banyodan çıkıp üzerime beyaz bir t-shirt giyiyorum. Hafif vücuduma yapışan dar kesim beyaz bir t-shirt. Altıma da hafif bol kesim bir kot ve ayaklarıma da kolay kolay vazgeçemeyeceğim kahverengi spor ayakkabılarım. Güneş gözlüğümü de taktıktan sonra dışarı çıkıyorum tabi ki hava ne kadar güneşli olsa da henüz birkaç gün önce yağan karın getirdiği tedirginlikle yanıma mont da alıyorum çok kalın olmayanlarından ne olur ne olmaz deyip.


-         Bir bira lütfen
-         Otuzüçlük mü olsun.
-         Arjantin lütfen. Bir de yanında çerez istiyorum.
Beş dakika bile geçmeden geliyor biram ve çerezim. Oturunca daha iyi anlıyorum ne kadar da yorulduğumu. Aslında dinlenmek için seçilecek en kötü mekanlardan biri burası olsa gerek diye düşünüyorum. Lüzumsuz derecede gürültülü bir müzik ve hiç rahat olmayan koltuklar… Duvarlarda posterler, siyah giyen adamlar ve gözleri acıtan bir duman hakim havaya. Ama olsun ben kalabalıkların içinde kendime ait bir yalnızlık yaratabilmeyi öğrendiğimden çok da önemli değil benim için şu an içinde bulunduğum yer. Ama çok gürültülü bir kırılma sesi taşıyor kulaklarımdan ve ciğerimdeki nefesimin lif lif yırtıldığını hissediyorum. Sıkıca kenetlediğim dişlerimin arasından çıkmaya çalışan bir şeyler zorluyor içimi, sanki Şahrud azmışta intikam almak istercesine taşıyor içimde, önüne gelen her şeyi yutmak istercesine. Ve birçok ses karışıyor birbirine ağzımda ve yankı yapıyorlar azı dişlerime çarparak bu ağız denilen küçük boşluğun içinde. Bir yol buluyor kendine dudaklarımın arasından hiç tanımadığım bir ses. Bir fısıltı şeklinde ne olur diyor.
-         Ne olur yapma.
Tanımıyorum sesi bilmem belki de tanıyorum ama çıkaramıyorum şu an. Ama kadın sesi, uzaklardan gelen detone bir kadın sesi bu. Biraz cızırtılı biraz ıslak… Ağlıyor içimde konuşan ve yardım dilenen her kimse. Ağzıma aldığım ilk yudum birada hissediyorum bu tuzlu gözyaşını. Ne olduğu konusunda kafa yorulması gereken bir şey olsa da üzerinde durmuyorum. Çünkü biliyorum böyle konuların üzerinde duracak kadar duramıyoruz şu dünyanın üzerinde.

Hesabı ödeyip kalkıyorum. Saat on bire yaklaşıyor ve bir ses bölüyor bardan çıktığımdan beri hüküm süren sessizliğimi. Anahtarın kilide girişi ve kilidin o mekanik inleyişi… Salona geçiyorum ayakkabılarımı çıkarmadan, müzik setinin play tuşuna basıyorum. Bir melodi geçici olarak fon müziği oluyor boktan hayatıma. Tam bunları düşünürken bir anda sanki sesini birisi açmış gibi diğerlerinden daha yüksek sesli bir şarkı dökülüyor müzik setinden halının üstüne. Yaramaz çocuklar gibi ayaklanıp koşuşturuyor notalar evimin içinde ve bir ikisi kulağıma kaçıyor bilmem neden. Ses tanıdık diyorum içimden içimdeki diğer arkadaşlara. Ve şaşıyorum bu gün duyduğum hiçbir sesin sahibini tanıyamayışıma.
-         Ses tanıdık. Ama kim çıkaramadım.
“Efkan Şeşen” diyor içlerinden biri, içimdekilerden biri. İçimdeki kalabalıkta en göze batanı zaten konuşan, o mor saçları ve masmavi gözleriyle. Ne zaman aldım onu içime ve ne zamandır besliyorum şizofren ellerimle içimdeki bu garip adamı bilmiyorum ama konuşuyor işte... Onaylıyorum bende kafamı sallayarak ve öldürüyorum hepsini mor saçlıyı ise en son işkence ederek gebertiyorum gerekli bilgiyi aldıktan sonra. Ardından bir sigara yakıp konuşuyorum.
-         Kusura bakmayın sizi öldürdüğüm için. Şarkıyı dinlerken yalnız kalmak istedim de.
Ses daha bir netleşiyor. Cam kırıkları üzerinde yürüyen bir sirk çalışanı gibi kıvrak ses telleri geziniyor şu an en hastalıklı organımın üstünde. Kalbimde…

           
Yüreğim yangınlarda baş edemedim
            Yar beni terk eylemiş alışamadım
Halimi sorma derdimi sorma her günüm duman oy
            Kar etmez sorma dindirmez sorma her günüm duman oy

           
Saçlarım ağrıyor sabredemedim
Dönecek biliyorum dinletemedim
Halimi sorma derdimi sorma her günüm duman oy
            Kar etmez sorma dindirmez sorma her günüm duman oy
           

            Evet, doğru söylemişti içimdeki mor saçlı eleman. Gerçekten de Efkan Şeşen’di bu şarkıya ruhunu üfleyen adam. Şarkı giderek daha bir ağırlaşıyordu sanki bedenimin üzerinde. Kanepe de uzanmış şarkıya kulak verdiğim bu dakikalarda karnımın aslında ne kadar da aç olduğunu düşündüm. Sanırsam bir iki gündür hiçbir şey yemiyordum. Kalkıp mutfağa doğru yol aldım makarna yapmak için. Makarna… Belki de benim için insanlığın geldiği son nokta, insanoğlunun en büyük buluşu… Hiçbir çeşidine hayır diyemediğim yegane yemek olsa gerek diye düşünüyorum. Bir gün sırf makarna yemek için İtalya’ya gideceğime yemin etmiştim kendime henüz geçen gün. Roma’nın o eski sokaklarından birinde oturmuş makarna yediğimi hayal ettim, klise çanları eşliğinde. Yanımda bir esmer, bol kıvrımlı İtalyan hatunu ve kulaklarımda dünyanın en kafiyeli dili olduğuna inandığım İtalyanca... Bu dili konuşamasam da çok iyi derece de İtalyanca susabiliyordum. Bunu ilk olarak Bodrum’da geceyi geçirdiğim bir İtalyan hatunla anlamıştım.  Aslında İtalyanca aşk da gerçekten başkadır diye düşündüm tam da o anda, makarna ve güzel kadının olduğu her yerde aşk bir başkadır aslında. İtalya’da yaşamamam için nedenler aradım kendime eğer şu an bulamazsam gideceğimden korkuyordum çünkü.  Ve aklıma sadece iki şey geldi biraz da zorlamayla. Kadıköy vapuru ve ne alakaysa Ferdi Tayfur. Aslında çok da garip değil bu düşünce, Ferdi Tayfur’u bilmeyen bir insan güruhu ile ne paylaşabilirdim ki. Çünkü eminim ki onlar Ahmet kaya’dan da bir haberdirler ve katiyen tanımıyorlardır İlkay Akkaya’yı da. Hayalini bu kadar çok kurduğum şeyin aslında bir kaynayan su kadar uzağımda olması ne kadar garip diye düşündüm. Oysa insanın bir şeye böyle körü körüne bağlanması ve kendini karşılıksız ona bırakması için onu görmeyip ona dokunamaması lazım değil mi? Tanrı gibi mesela…
            Bolognese soslu makarnamı yedikten sonra saatin kaç olduğuna hiç aldırmadan fütursuzca geğirdim. Öyle bir geğirdim ki dişlerim döküldü, damarlarım kördüğüm oldu dalağım kalbime öyle bir çarptı ki üç saniye kadarcık öldüm. İşte makarnayı bu yüzden seviyorum, dünyanın en güzel geğirten yemeği, en şiddetli orgazmdan daha kuvvetlicesine hem de. Masama oturdum birkaç esneme sonra. Ne de olsa henüz güneş doğmamıştı ve bu uyanık kalmak için en güzel zamandı. Koca bir karanlık, insanoğlunun eksik ve hatalarını görmememi sağlayan bu kapatıcı, ulu gece… Nerede bitiyorsa sabah, oraya koşmak istiyorum delicesine hem de. Ayaklarım su toplayana kadar çiçek toplaya toplaya koşmak. Salak gibi koşmak istiyorum sabahın bitip ebedi gecenin başladığı noktaya. İnsanoğlunun huzur adını verdiği toprak parçasına… Sonra uzanmak istiyorum o üşümüş çakılların üstüne ve oradan yüksek bir yere çıkıp insanları izlemek. Güneşten gözleri kamaşan zavallı insanlara bağırmak istiyorum. Bozuk bir Türkçeyle ve imlanın anlamsızlaştığı bir dilde... Tamamen sokak çocuğu sesi ile hem de.
-         Hepinizin amına koyim.
Çekmecimi açıyorum. İçinden, sararmış olan mektuplarımdan birini çekip alıyorum. En üsttekinin altında kalanı… Biraz yorgun gibi sanki zamanında tükürükle yapıştırdığım zarf. İçindekileri taşımaktan kamburlaşmışçasına iki büklüm olmuş. Yavaş fakat kararlı bir hareketle açıyorum zarfı ve çıldırmış kalp atışlarımla koyuyorum mektubu masamın üstüne. Düzensiz nefes alış verişlerimin nedeni heyecan mı korkumu bilemiyorum. Keşke diyorum keşke Müşfik Kenter ile ev arkadaşı olsaydım da o okusaydı mektubu o güzel sesi ile bende uzanıp dinleseydim 16 yaşındaki yaramaz Temmuz’un yazdıklarını.


20 Mart 1996

Evet, doğuşumun ikinci yılında yine ben… Kalemimi alıp yazmaya başladım yine, tam bir yıldır yazmak için nasıl da yanıp tutuştuğumu anlatamam. Ama söz verdim işte sadece doğum günlerimde yazacağıma. Bu bir oyun benim için, kendimi tanımak amacı ile ve zihinsel olarak ölen beni yeniden canlandırmak için oynadığım bir oyun. Geçen seneden beri daha güçlü olduğumu hissediyorum yazdığım günden beri güçlendiğimi, güçlendikçe yaşlandığımı. Yazmadığım bir sene boyunca ne olduğunu bilmek ister misin bilmiyorum ama bir özetleyeceğim şu an senin için. Belki de bu yazdığım mektupları kimse okumayacak ve kendi kendine mektup yazan ve bunda ısrar eden ilk insan olarak tarihe geçeceğim. Bu geçen bir senede tam 8 kere o nöbetlerden geçirdim ve doğal olarak da 8 kere geri dönüş yaşadım. Geri dönüş benim nöbetlerden sonra normal halime gelinceye kadar geçirdiğim süreye verdiğim isim. İki kıza aşık oldum ve bir tanesini düşünerek ilk mastürbasyonumu yaptım. Diğerini düşünerek de ikincisini… Çünkü ilk aşkımın bitiş zamanlarına gelmişti cinselliği keşfim. Tam 11 kere babamı öldürmeyi hayal ettim ve birçok kere Hababam Sınıfı Uyanıyor izledim. Mütemadiyen istedim metafor kelimesini cümle içinde kullanmayı ama hiç başaramadım. Bu arada sigaraya başladım ve ilk içtiğim sigara hayatım da ki en iğrenç anlardan biriydi. Ama şu an en keyif aldığım anlar sigarayı içime çektiğim dakikalarla sınırlı. İşte bir senem böyle geçti hemen hemen ve şu an asıl sana anlatmak istediğim şeylere gelmek istiyorum. Hayatım ile ilgili şeylere… Çok üstüme geliyor artık her şey. Dört duvarı da hareketli bir odanın içinde kapana sıkışmış gibiyim, sürekli üstüme üstüme geliyor bir şeyler. Sanki her nefes alışımda duvarları da çekiyor gibiyim içime, hızlı bir şekilde geliyorlar üstüme ve korkuyorum ezilmekten o yüzden bayadır bıraktım derin derin nefes almayı. Hassan Sabah’ın cennetinde geçirmek istiyorum hayatımın geri kalanını. Sabahları yüzümü Şahrud’un soğuk suyuyla yıkamak ve şarap içmek istiyorum Ömer Hayyammışımcasına. Tanrı nedir acaba diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. İzliyor mudur acaba hepimizi ayrı ayrı, ve her düşüşümüzde gülüyor mudur bize, yoksa üzülüyor mudur? Eğer üzülüyorsa neden izin veriyor her kalktığımızda bir daha düşmemize. Çok sıkılıyorum artık okulda ve inan ki hiçbir şey ifade etmiyor bana dünyanın en yüksek dağının nerede olduğunu bilmek. Her sabah aynı şeyleri yapmak için uyanmak ve o kravat denilen idam ipini her sabah boğazıma özenle geçirmek en soysuz cinayet diye düşünüyorum. Yumruklarımı sıkmaktan hep kesik kesik avuç içlerim. Tabi bunda tırnaklarımı kesmeyişimin de büyük etkisi vardır eminim ki. Yazmak istemiyorum daha fazla, oynamak istemiyorum. Kalemim canımı sandığımdan daha çok acıttı. Belki seneye de yazmam belki bir daha hiç görüşemeyiz kim bilir.

            Kendime doğru bir adım daha hissediyordum mektubu okumam bittiğinde. Hala müzik çalıyordu odamın içinde ve ellerimde tuttuğum sigaranın sonu gelmek üzereydi. Bir nefes daha çekip söndürdüm makarna yenmiş tabağın içine basarak. Yormuştu beni bu içsel yolculuğum. Kendimi tanımak için kendime doğru attığım adımlardan halsizleşmişti dizlerim. Kafamı yaslayıp kanepenin koluna, televizyonu açtım. Şu an içinde bulunduğum bu bataklıktan kurtulmam için bana uzanan bir kol gibi belirdi televizyonda bir suret. Çekip içine aldı beni bu çok tanıdığım, sevdiğim kadın yüzü. Marıon Cottıllard idi bu. Ve en sevdiğim filmlerden biri olan Love Me, İf You Dare tam da şansıma yeni başlıyordu. Kendimi bıraktım bu çılgın aşkın içine, ve özledim aşık olmayı kendimi, her bir zerremi kaybedercesine.




















                                                              6. bölüm














           





Başım köpek gibi ağrıyordu uyandığımda. Sanki dün gece koca bir damacana rakı içmişim gibi iğrenç bir halde uyandım. Banyoda yüzümü yıkarken aynada gördüğüm yüz, aslında o kadar da çirkin değilmişim diye düşünmeme neden oldu. Yeşil gözlerim ve kemerli burnum biraz itici de dursa aslında suratımda ki yara izleri ile birlikte değişik bir hava katıyorlardı yüzüme. Yüzüm bana uzun bir ayrılığı anımsatıyordu, sonu gelmeyen bir özleme duygusu. Birilerini özlüyorum kim olduklarını anımsayamadığım insanları, sevmediğim kokuları, hiç sevişmediğim kadınlarımı… Gitmek istiyorum bu şehirden, çünkü bir şeyleri özlemek istemiyorum artık. Geçmişin üstüne bir sünger çekmek. Ama can yücel in dediği gibi ne zaman sıksam geçmişin üstüne çektiğim süngeri telaşlı avuçlarımla kan damlıyor. Özlemek duygusundan arınmak için işe alışmamaktan başlamalıyım, hiçbir yerde gereğinden fazla durmamalıyım diye düşünüyorum. Ne bir kadında, ne bir şehirde, ne de bir istasyonda… Ama bunu yapacak kadar cesaretim var mı onu da bilmiyorum. Gitmeyi bir kenara bırak, gitme fikri bile yoruyor beni, halsizleştiriyor damarlarımda akan çılgın kanıNefret etmek istiyorum bir şeylerden, ama öyle böyle değil her bir hücremle, 32 dişimle,  20 parmağımla, her şeyimle yani. Beni durduracak bir şeyler arıyorum kendimi gözgöze öldürüyorum. Vucudumdaki yaralar ve etrafa bakan boş gözlerim de belgesi bu içsel yolculuğumun. Korkuyorum insanlardan ve korkularıma hiç tahamülüm yok. Keşke diyorum keşke daha erken doğsaydım da ben öldürseydim ephraim elrom’uKalbim kanıyor her yerinden, vücudumun bütün damarları birleşip tek bir koldan karışıyorlar bir ırmağa. Şahrud diyeyim ben sen istersen Kızılırmak de. Ne fark eder ki. Her bir kılcal damarımı ayrı ayrı hissediyorum şu an. Liğme liğme edilmiş bir et parçası gibiydim artık. Her gece kafama sıktım ama ölemedim bir türlü. Yumruğum hep havada ve yırtılıyor inancım içimde, her nefes alışımda. Toprağın kabul etmeyeceği kadar kirli olduğumu hissediyorum yokluğunda. Uzun bir yol bu benimkisi umut var azık olarak yanımda bir tek. Birde fazla bıyıklı marşlarım. Fikrimde bir telaş geziniyor gittiğinden beri. Sesimde yaralar var ondan çok konuşmak taraftarı değilim. Yatağım da mülteciyim her an bana açılan son kapı da kapanacak gibi. Son kapım; kendim... Ben bir zenciyim aslında yeşil çekik gözlü. Kucaklayıp getirsem sana İstanbul’u bu siyah ellerimle.  O zaman sesini de alıp gider misin? Yine hastalıklı düşünceler kemiriyor tüm beynimi ve bunlardan sıyrılmalıyım hemen şu an, şu dakika. Yeni bir gün çünkü ve belki de bu gün sana ulaşacağım. En yakın ve tek arkadaşımla geleceğim yanına; gölgemle. Yedi yirmi dört beraber takılıyoruz bu aralar, bir ara bozulmuştuk yaklaşık 15 yaşlarındaydım ben, RedKit’ e özenip kesmiştim bir usturayla şah damarını tam da önümdeki duvara yaslanmışken.
Kendimi dışarı atım. Güzel bir bahar sabahını evde oturarak geçirmek isemediğimden Beşiktaş sahiline doğru yürümeye başladım. Paketimden bir tane daha sigara çekip dudaklarıma ilştirdim. Kulaklarımdan sızıp tüm vücuduma yayılan bir hasta siempre eşliğinde derin bir nefes çekim içime, sanki son nefesmişçesine. Bir bira aldım iskeleye yakın bir büfeden. Saat güneşe bakılırsa öğlen 3 falaan olsa gerek. Her soğuk yudum bir düğümü daha çözüyordu yıllardır boğazımda büyüttüğüm. Ne kadar söyleyemediğim ağzımda biriktirdiğim kelime varsa kayıp gidiyordu. İnsanlardan neden nefret etmiyorum ama sevmiyorun nefes alan hiçbirşeyi. Öldürmek istiyordum birilerini ama öyle böyle değil, işkence ederek, bağırta bağırta. Bir yudum daha aldım, damarlarım kanıyormuşcasına acıdı birden. Tüm hücrelerim çatladı.hemen burada çırılçıplak soyunup atlamak istedim denize. Sonsuza kadar kulaç amak, sonsuza kadar sesimi bir vapurun kornasına ya da bir martının kanadına iliştrmek istedim. Aklıma brden kuzey geldi. Son beş yılıma damgasını vuran çocuk. Ailemi bırakıp ayrı bir eve çıkmaya karar verdiğim günden sonra tanıştığım ilk yeni adam olan kuzey. Tam 5 yıl önce mersinde ailemi geride bırakarak kimseye haber vermeden bir gün yanıma çocukluğuma ait bir bavul dolusu eşya dışında hiçbir şey olmadan çıkıp istanbula geldim. Cebimde ailemin bana aldığı arabayı satmamdn gelen 28.000 ytl dışında hiç bir şey yoktu. Geldiğim ilk gün neden bliyorum ama beşiktaşa gelmiştim. Yine belki de bu dur- bir banka oturmuş boğazı seyretmiştim. Ve saat geceyi geçtiğinde burada yaşayacağıma ve kendimi burda öldüreceğime karar vermiştim. O günden beridir buradayım işte ve kuzey de benim gecelerimi bölüştüğüm hastalıklı ruhumau paylaştığım biri işte. Pangaltı da ara sokaklardan birinde tek başına bir evde yaşayan piçin biri. Ailesinin yıllarca şımarttığı zengin bir ailenin yüz karası, para yiyen kumar oynayan orospularla yatıp kalkan bir piç. mor saçları, piercingleri ve vücudunu saran dövmeleriyle korkunç bir adamdı kuzey. Düzgün fziğini örten dövmeleri  ve mor saçları olmasa çok çekici bir çocuk da olabilirmiş aslında.Hemen hemen her gün görüştüğümüz yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. 10 15 gündür aramadığımı uğramadığımı fark ettim. O da bana uğramadı ama o zaten genelde kimseye uğramazdı. Evde günlerce oturur, içki içer, parayla orospularla birlikte olur, sonra bir daha içki içer… sadece kumar oynamak ve hafta da bir esrar almak için açardı kapılarını insanlarla dolup taşan sokağa. O benden daha manyaktı sevmezdi kimseyi, ailesi sırf isimlerini kirletmesn diye patırtı gürültü çıkarmasın diye her isediğine evet diyordu. Bir ev hayvanı besler gibi besliyorlardı kuzeyi de. Çok iyi bir yaşam yaşama şansı varken o çok daha iyisini yaşamayı seçmiş bir piçti altı üstü nede olsa. kalktım oturduğum banktan yanına gitmek için ve hemen bir taksiye atladım.




-Selam temmuz
-selam
- nerelerdesin oğlum bunca zamandır.  Ne zamandır gelmiyosun. Gel içeri hadi biraz eğlenelim.

Daracık koridordan yürürken çerden gelen sesleri ne kadar özlediğimi düşündüm.Odaya gidiğimizde içerde dumandan göz gözü görmüyordu. Bu dumanı bölen sadece gürültülü son ses bir müzik ve 3 tane sap sarı ve incecik vücut.

-         Bak tanıştırayım oğlum. Bu olga.
-         Selam
-         Bu alexandra
-         Nasılsın
-         Bunun adını bilmiyorum. Gerek te yok hem o benim favorm zaten sakın sulanma.
-         Selam
-         Bu da temmuz. Kardeşim.
Şaşırmışım. Ne dolu kültablalarına ne kadınlara ne de son ses müzğe. Kardeşim demişti kuzey bana çok fazla belli etmezdi birilerini sevdiğini. Çnkü o kendini bu kafese zaten insanları sevmediği ve sevmemek için kapatmıştı ama beni seviyordu. Çünkü bende aynı onun gibiydim hastaydım ve insanları sevmiyordum. O da da göz gözü görmüyordu yanımdaki iki tane rusun ikisini de sanat eriymiş gibi izliyordum.
            Sabah uyandığımda dünkü geceyi hayal meyal hatırlıyorum. Böyle zamanlarda hiç sevmiyordum beynimi uyuşturan maddeleri. Anı yaşarken sevdiğim şeylerden bana o anları unuturduğu için nefret ediyordum. Çıkıyorum duştan kuzey hala uyuyor. Üstü giyinip onu uyandırmadan gimek istiyorum ama ortalıkta cüzdanımı bulamadığımdan gidemiyorum. Kuzeyi uyandırıyorum sonra.

Oğlum cüzdanım yok
Bunun için mi uyandırdın beni. Ruslar almıştır giderken.
Şaşıyorum ama  bu rahatlığındaçok benim umurumda olmayışına. Telefonuma bakıyorum saati öğrenmek için ama bir mesaj var okunmamaış. Meldadan seni seviyorum bebeğim neden açmıyosun telefonlarını evde de yoksun çok merak ediyorum seni.

Keşke elefonumuda çalsalardı diye düşünüorum.
Sonra cevap veriyorum bende mesaja.

Beni bi daha arama Melda bitti. Ve eğer bana ulaşmaya çalışırsan yemin ederim boğazını kesip köpeklere yediririm seni.

Nasıl korkmuştur şu an tahmin edebiliyorum ama tanıdığım Melda da beni aramayacaktır zaten. Sonra kuzey den biraz para alıp çıkıyorum dışarı.
Akşam görüşürüz temmuz bana gel playstation oynarız.
Tamam

Eve giderken yol üstünde ki eski bir birahaneye oturuorum saat henüz beş fakat seviyorum içki içmeyi henüz güneş batmamışken. İki tane bira içiyorum bir paket sigarayla. Nefesim iyicie kesildiği bir anda yeter diyorum. Hesabuı ödeyip çıkıyorum. Eve geldiğimde sanki yıllardır uğranmmaış bir ev kokusu karşılıyor beni holde. Hani çocukluğumuzda gittiğimiz yazlıklarımızın o garip kokusu. İşte o yalnızlık kokusudur.tüm kış boyunca çekilen yalnızlığın kokusudur. Doğduğumdan beri öyle kokuyorum bende.masama oturuyorum. Bir bardak viski koyuyorum kendime ve oturup çekmeceden bir mektub daha alıyorum sandığım kadar da ilgi çekici olmamaları üzüyor beni. Daha hyecanlı olabileceğini düşünmüştüm bu oyunun ama şu ana kadar sadece okuyorum. Çok fazla şaşırmadan hemde. Belki de kendimi ii tanıdığımdandır diyeceğim ama tanımadığıma da eminim.