27 Aralık 2013 Cuma

om mani padme hum!


                                   
yalniz etrafinda nefes almaliyim
Asaf Halet Çelebi

Senin tavrında bir melodi var.
Halinde bir ritm.
Vazgeçmeyelim sevişmekten istiyorum
Aşk konusunda mutlak bir bilinç
Müzik olmadan devrim olur mu?
Taksim karışık beni bekleme hiç.

Bu aşk dediğin acemi bir şairde hep bir kafiye tasası


Sana beyaz oje alacağım!
Bu yanımda kalacaksın demek
"Toz topraktan etime renk veren rabbim"
Elbet bir plan yapmıştır benimle de ilgili.
Hamdım piştim
Bir hayal peşin düştüm
Kınından çıktı kılıç
Bileklerimde bir uzakdoğulu hafifliği
Üzgününm elimi bırakmalısın
Niyetim katliam çünkü

Kızım olursa adını diren koyacağım!

Miğdemizi falçatalarla yaracaklar hissediyorum
Parmak uçlarında biriktirdiğin şekerleri dudağıma sür
İlacı olmaz ölümün belki
Ama dudaklarımda pembe bir tad kalır.Sonsuz
Bir demli çay kırmızısı
Sigaranın izmaritine bulaşmış et parçası
Ve kendini tekrar edip duran dalga sesi
Yüzünde hep bir şey merak edermiş halinin sebebi meğerse
Burnunun bir soru işaretine benzemesi

Merdivenleri rengarenk yapacağız!
İstanbula daha çok yakışacak kerhane ışıklı köprülerinden
Gökkuşağı yapan ilk halk olarak biz
Altından geçecez her ayın ilk pazarı
Aşk diye bağırıp duran sesimiz
İşimiz bitince gökkuşağı ile
Toka yapacağım o merdivenlerden sana
Sahibi vurulan bir atın koşuşuna paralel dağılan saçlarını
Hizada tutsunlar diye.

Sol tarafımda dur uzaklaştıkça dengem bozuluyor!

Sen beni bir de kavgada gör, gururdan gözlerin dolardı
Sigaramın ucundaki külü asfalta düşürmeden dövüşürüm
Sırf sen güldüğünde dudağının kenarında biten mor menekşe
Hep mor menekşe olarak kalsın diye.

Sen yine de uyurken örtme pencereni
Bir bakarsın pat diye gelmişim bahar gibi

"ibrâhîm gönlümü put sanıp da kıran kim"

20 Aralık 2013 Cuma

Part-1








Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk
                                                                                                Turgut Uyar
               
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım 
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından 
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından 
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar 
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut 
Bu evleri atla bu evleri de bunları da 
Göğe bakalım
                                                                                                                                                    Turgut Uyar










Tabiatın tüm dengesi; yazın karpuz, kışın mandalina…
                Bu deli işi sonsuz kozmos; kayan yıldızlar ve bir sürü gezegen…
                Hepsi senin içindi aslında, benim içindi, bizim...
                Bir tutturmuştum sen diye öyle gidiyordu günlerim.
Sen.
Aysel…

İçi çivi dolu bir kafeste kuyruğu kesik bir aslan gibiydim. Canım acıdıkça kendimi sağa sola vuruyor, vurdukça acımı katlıyordum.
P harfini sevmiyordum adında yok diye.
                Ş harfine saygım sonsuzdu. Ş olmazsa aşk olmazdı ne de olsa.Sevişmek keza…
Senin bir halin vardı ben ona meftundum. Böyle başına buyruk kendi bildiğini okuyan bir hal... Senin ayak parmakların bile yer çekimine meydan okuyordu. Sen bunun için vardın sanki.
“Dünyaya karşı durmak ile meşhurdun.”
Gece bir sahil kenarında yakamozun altında uyuyakalmışsın. Güneş değil gece yakmış seni ondan böyle esmersin. Ondan halinde sahile vuran dalgaların coşkusu… Ondan böyle kıpır kıpır yengeç adımları geziniyor saç köklerinde. Dudaklarının rengi deniz kenarında her gördüğünde “dünyanın en büyülü taşını buldum işte” dedirten taşın renginden.
Ve eminim bizim oralardan bir sahil kenarı bu…
Göğsüne gömdüğün limon ağaçlarının kokusunu başka türlü açıklayamıyorum.
Aynı semtin çocuklarıyız.
Biliyorum.
Pencereden avluyu izliyorum bende o sırada, ağaçları, bankları… Kuşları sayıyorum beynim bulanıklaşıyor, uyuyorum. Sonra uyanıp aşık oluyorum sana. Sana o kadar güzel aşık oluyorum ki, hayat yayılıyor bedenime…
Pencerem avluya bakıyor. Sen biliyorsun zaten. Kocaman bir avlu… 3. Kattayım ben. Tepeden görüyorum. Oval bir boşluk... Biliyorsun. Etrafında banklar, biraz ötesi karınca yuvası gibi sıkışık ağaçlar… Ağaçların içinden bir yol uzuyor, bir yerine kadar görüyorum. Sonrası püfff…Sonrasını bilmiyorum.  Dünyam penceremin izin verdiği kadar geniş… Yolun iki kenarı da ağaç az önce dediğim gibi. Sıra sıra… Yarısı çam ağacı; öyle güzel kokuyorlar ki… Birkaç kiraz, gerisi ise hiç bilmediğim şeyler. Ben onlara Aysel diyorum. Adını bilmediğim güzel ne varsa evrende Aysel benim için. Banklarda oturup hafta da iki bilemedin üç kere yaktığın sigaraları seninle içiyorum. Hepsi Aysel işte… Belli sevdiğin var her sigara en fazla üç nefes dayanıyor sana.
Aysel renk olsan beyaz olurdun.
Çok hızlı sigara içiyorsun, korkum sana bir şey olacak.
Sonra değiştikçe mevsimler ara sıra kuşlar geliyor penceremin önüne. Şans o ya Fırat o sırada müzik açmış oluyor. Ne zaman bir kuş görsem Fırat kesin müzik açmış oluyor. Ben ne zaman kuş görsem…  Keşke hep kuş görsem…
Vazgeçiyorum sonra her şeyden. Seni izliyorum. Güneş açmış, sen yine sahile inmişsin. Böyle beyaz bir elbise… O kadar güzel bir elbise ki üstünde uçuşuyor. Fakülte çıkışında gidilen evlerde içilen ilk sigaranın verdiği huzur bunun yanında düğün sabahı dudağında uçuk çıkan gelinin durumu kadar çirkin… Sen o halinle ayak bileklerine kadar kuma gömülmüşsün. Hemen hemen kahvenin aynı tonunu paylaştığın kumla birleşiyorsun. Tüm sahil bir parçan… Ben seni izliyorum. Cesur adam sevişir, korkak adam aşık olur… Aşığım sana. Seni sadece izliyorum.
Ayaklarını arada suya değdiriyorsun. Sanki küçük bir çocuk denizi şekerli yapmak için topitopunu denize sokup çıkarıyormuş gibi… Ayakların denizin tüm homojen yapısını bozuyor. Sen dengeyi bozuyorsun. Ve sen bunu hep yapıyorsun.
Diz kapakların bir yaş pastanın ortasına konulan bonibon gibi duruyorlar. Ondan dizlerini denize sokmuyorsun. Sadece ayakbileklerini… Biliyormusun ben bunu Fırat’a hep anlatıyorum, Fırat benimle hep kafa buluyor. Fırat’a göre senin diz kapakların facebookta atılan bir mesaj gibi…
?
Sadece bir soru işareti gibi yani. Merak uyandırıyorlar. Halbu ki bu o kadar saçma ki… Çünkü boynun kafalarda hiç soru işareti bırakmayacak kadar davetkar.
Fırat ile sen konusunda hiç anlaşamıyoruz. Anlaşmamızı da bekleme zaten . Aşkta mutabakat olmaz.
Dönüp seni izlemeye devam ediyorum. Tombul ve çirkin bir adamın önünden geçiyorsun. Piç kurusu sana bakıp bakıp duruyor. Sağ tarafında çekik gözlü Yörük bir teyzenin haşlamak için şalvarında mısır koçanı temizlediği barakası var ve senin geçmen üç adıma bakıyor. Bir an bile göz hapsimden çıkmıyorsun. Yürüdüğün yerde bir kalabalık görüyorum. Sağ çaprazında ki Polis kampının önünde. Söğüt ağaçlarının arasından bir grup çıkıyor. Siyah kapşonlu zenci adamlar çıkıyor... Zenciler mi yoksa çok yenmiş Güneyli çocuklar mı kestiremiyorum. Ama salak olduklarına eminim. Çünkü bu hava da kapşon takılmaz.
Kalabalık bir anda bağırışmaya başlıyor. Herkes o yöne dönüyor. Çekil ordan diye yalvarıyorum sana.
 Çekil ordan herkes o tarafa bakıyor seni görecekler…


9 Aralık 2013 Pazartesi

Biz sosyalistler biraz romantik oluruz. O yüzden inancımız tam olarak şudur. Sonunda iyiler kazanacak…


AKP ve temsil ettiği zihniyetle sorunlarım var.
Özgürlük deyip de neyin özgürlük olduğuna karar veren megolomanları sevmiyorum. 
Kendisinin insanların yaşam alanlarını belirleme konusunda  tek yetkili unsur olduğunu düşünecek kadar zafer sarhoşu olan insanları anlayamıyorum da.Halkına bu kadar tırnak içinde “gevşek” ve ciddiyetten yoksun davranan, göz göre göre yalan söyleyen ve sonrasında bir şey olmamış gibi pişkin pişkin gülen insanlar çoğaldıkça umudum azalıyor. Gencecik çocukları büyük bir kin ve nefretle katleden, halkına ve Anadolu halkını oluşturan tüm bileşenlere asilimilasyon politikası ile saldıran bir devlet yapısına tahamülüm yok. İçi boşaltılmış milli ve dini değerler üzerinden ajitasyon yapan, her geçen gün çirkin yüzünü göstermekten çekinmeyen bir egemen sınıf gerçeği tüylerimi diken diken ediyor. Cumhuriyet değerlerine saldırmak ile eleştirilen fakat gerçeğe baktığımızda cumhuriyet rejiminin yönetimi bir grup adama devreden oligarşik gerçekliğine körü körüne bağlı bu gerici ve karanlık ideolojiden nefret ediyorum. Bunlar -ki bu ayrımcı dil artık zaruri bir hal almıştır- devlet organlarını kullanarak kendilerine bir güç atfetmekte ve devlet organlarını şiddetlerinin ve intikamlarının bir enstürmanı olarak kullanmaktadırlar. Zalimdirler. Ezilen insanların duygu yoğunluğunu ve incinmişliklerini kendi zenginleşmeleri ve güçlenmeleri için bir silah olarak kullanmaktadırlar. İki yüzlüdürler.
Gezi Süreci sonrası “Beyaz Türk” diye tabir edilen insanlarda popüler deyimi ile bir Kürt Realitesi şekillenmeye başladı. “Bize bunları yapan Doğuda ki kardeşlerimize Allah bilir bunca zaman neler yapmışlardır” gibi masumane ve gayet doğal bir his kucaklaşmamıza ve anlaşmamıza sebebiyet verdi. Bu sebeple bu süreçte hayatını kaybeden kardeşlerimizi hep güzel hatırlayacağız. Onlar ki bizim yaşayarak değiştiremediğimiz düzeni dövüşerek hayatlarından vazgeçerek değiştirecek kadar güzel çocuklardı. Hepsi bizim kardeşimizdir. Anaları anamız acıları acımızdır. Biz sarılmayı ve gerçekten mutlu olmayı saf ve pürüzsüz bir eşitliği gördük. İlk defa demokrasiyi yaşadık.  Üç tane ağaç için başlayan süreç bize her geçen gün kendimizi bir kez daha hatırlattı. Ama ne yazık ki devlet olgusunun bu kadar güçlendiği ve kurumsallaştığı her toplumda olduğu gibi bu süreç hemen tasfiye edilmeye ve itibarsızlaştırılmaya başlandı. “İlk üç gün iyiydi de sonra olanlar … “ ile başlayan revizyonist dil aslında zenginliklerini kaybetmekten korkan egemen sınıfın boş lakırtılarıydı. Gerçek aşikardı. Altlarında ki halı çekilmiş bir kere tekerlerine çomak sokulmuştu. Bu zihniyetin gün be gün öfkelenmesinin pervasızlaşmasının yalanlarla halkını kandırmaya çalışmasının tek sebebi buydu. Amed’de İbo ile Şivan’a konser verdirip üzerine ordaki halkı göz göre göre kurşunlamak, sonrasında şunu diyebilmek içindi.
“Bunlar sürece zarar vermek isteyenler”
Yalan. 
Göz göre göre yalan söylemeye devam ediyor. Üslubu ve çözüm metodları zaten sorunu doğru anlayamamış olduğunun resmidir. Anadolu topraklarında Kürt Halkı özelinde tüm azınlıklara yapılan baskıcı ve zorba tutumunu değiştirmek için önce kendini eleştirmesini beklediğimiz egemen sınıf bundan uzakta bir siyaset gütmektedir. Kürt sorununu çözmek için masaya Kürt Halkı üzerinde ve kürt sosyalist mücadelesi içerisinde önemli bir güce sahip olan insanlarla daha önemlisi sorunun asıl muhatapları ile konuşmaktansa devşirme bir figür ile el sıkışmak neyin nesidir. Barzani kürt hareketi için tabi ki çok önemli ve büyük bir isimdir . Ama Türkiye Cumhuriyet’i Devleti bu kürt sorunun çözümü için neden Barzani ile bir gösteri yapmıştır. Cevap çok açık. Artık kürt sorununu bir Türkiye sorunu olmaktan çıkarmak bir bölge sorunu haline getirmek istemektedir. Böylece artık Kürt Sorunu kapitalizmin bir konusu olacaktır. Bu sebeple şu toprakların görüp görebileceği en önemli barış hareketi olabilecek bir olayı sünnet düğününe çevirip İbo ve Şivan’a şarkı söylettirmek hiç de şaşırılacak bir şey değildir. Bu insanların vizyonu budur. Şivan Perver konusuna hiç girmeyeceğim bile. Öyle bir söz söyleme hakkım olduğunu düşünmüyorum. Şivan Perver’in hiçbirzaman borcu yoktur konu Kürt sorunu ise Şivan hep alacaklıdır. Gönül başka isterdi ama dediğim gibi Şivan Perver böyle istemiş ve böyle olmuştur.
Sahneye çıkıp da Kürdistan deyişine, Şivan’ı topraklarına geri çağırışına kanmayacağız. Senin ne kadar yalancı ve çıkarcı olduğunu biliyoruz çünkü. Seni Roboski’de gördük. Rojava’da, Armutlu’da,Gazi Mahallesi’nde, Tuzluçayırda gördük. Seni son birkaç gündür Gever’de Yüksekova da görüyoruz. Seni Suriye konusunda gördük. Düşmanının kalbini yiyecek kadar şerefsiz ve haysiyetsiz insanları korurken de gördük seni. Sana karşı sesini yükselten herkese saldırırken gördük. Seni rahatsız edebilecek her soru soran kişiye” seni kimin konuşturduğunu biliyorum” diyecek kadar basit bir dille nasıl buralara kadar geldin anlamak mümkün değil. Demokratikleşme paketi adı altında ne yaptığını kendinin de anlamadığı bir dönüşüm sürecine soktuğun ülkenin halkları olarak özgürlükten anlamadığını da biliyoruz. Hrant Dink’in katledilişi sırasında da tanıdık seni. Kemal Kılıçdaroğlu için “soy sop” siyaseti yaptığında da tanımıştık zaten. Sırıta sırıta "gemicik yahu gemi değil" dediğinde de anlamıştık seni. Şimdi de sevmediğin herkesi hapislere attırmandan da anlıyoruz nasıl bir adam olduğunu. Ki sen hapse düşünceleri için atılmış bir insan olarak bu konuda daha hassas olman gerekirken herkesi tıkıyorsun cezaevlerine. İnsanları fişliyorsun. Dinletiyorsun takip ettiriyorsun. Giyimine içkisine yemesine karışıyorsun. Halkı bölüp paranoyaklaştırıyorsun. Kötü insanların hep bir sebebi olur ama sen neden böylesin Tayyip anlamıyorum.
Tek sen değil tabi muahelefeti de unutmamak lazım.
Muhalefetle ilgili sorunlarımı da senin üzerinden dökeyim masaya. Herkesi CHP’li sanmıyor musun çıldırtırsın adamı. CHP’li değiliz Tayyip Bey. Hatta şöyle diyeyim senden daha çok sorunumuz var CHP ile. Kendini solcu diye tanımlayan bu parti ile bizim kavgamız solcular olarak daha büyük. Ermenilerin, Kürtlerin ve türlü türlü tüm azınlıkların uğradığı ve uğramakta olduğu kültürel katliamların ve hatta bir adım ötesinde silahlı saldırıların mimari bir zihniyetten bahsediyoruz burada. İlk kurulduğu günden bu yana işçi ve emekçı sınıfı değersizleştirip ülkeyi bir grup patrona peşkeş çeken ve brujava sınıfının oyuncağı yapan, tüm kaynakları belirli bir sınıfın zenginleşmesi için onların hizmetine sunan militarist zihniyetle bizim derdimiz daha büyük. Senin anlayamayacağın ve hiçbir zaman da çözemeyeceğin bir hesaplaşma bizimkisi. Onların solculuk adı altında ki faşist tutumları ile ilgili büyük kaygılarımız var. Bu coğrafyaya ait sorunların hepsine bakış açılarını biliyoruz ve hiç birinde aynı şekilde düşünmüyoruz. Türbanla meclise girilmesini protesto etmelerini anlıyoruz onlara yakıştırıyoruz fakat sahiplenmiyoruz. Kürt ile Türk eşit dedirtemezsiniz sözlerini yadırgamıyoruz tam tersine zihniyetlerine cuk oturduğunu düşünüyoruz. Seküler dünya bakışı diye bir din fobisi oluşturduklarını ve bu saçma korkuları yüzünden sizin oyun alanınızı isteyerek veya istemeyerek güçlendirdiklerini de farkındayız. CHP gibi bir alternatifin varlığından duyduğunuz derin huzur gözlerinizden okunuyor haklısınız da. Askerleri rejimin bir koruyucu unsuru olarak gören kokuşmuş ideolojilerinden ve yürüttükleri tanklardan nefret ediyoruz. Biz onlardan değiliz biz onlardan çok çekenleriz. Sizden çok çekenleriz hem de. 

Uzatmamak lazım. Biz bir üçüncü yol istiyoruz. Denedik ve gördük ki oluyormuş da,. Herkesin eşit olduğu bir yapı. Saygılı,yabancılaştırmayan,dinleyen,anlayan bir his…  Sivil ve özgür bir toplum… Nasıl da sıradan şeylerin savunucusuyuz halbu ki. Para, güç şiarınızı öyle bir eğip bükmüş ki, insan olmanın bizatihi gerekliliklerini isteyen bizler marjinal oluyoruz. Eşit paylaşım demeyi marjinal görecek kadar insan olmaktan uzaklaşan sizler, insanların gözlerini boyamak için bu gün dini yarın dili öbür gün rengi üst kimlik yapma çabası ile toplumun homojen yapısını bozmaya devam edin. Kaos sizin gibi insan kanından beslenenler için hep fırsat demektir. Halkları birbirine kırdırıp elinizi avuşturun başlarında. Siz yaşam denen ekolojinin leş yiyicileri, akbabaları… Kapitalizmin o köpek dişleri etimizde dökülecek bu sefer. Biz artık zulmünüzden bıktık. Siz bir kere korkmaya başladınız. Siz gidicisiniz.
Biz sosyalistler biraz romantik oluruz. O yüzden inancımız tam olarak şudur.

Sonunda iyiler kazanacak…

* Yazıda MHP ve BDP ile ilgili bir yorum olmaması bu yapılarla sorunumuz olmaması demek değil. Başka bir zaman da onları yazarız. Ama BDP sıralarında ki akli selimlerin kendi siyaset metodlarını anlayan bizim gibi insanları kendi acıları üzerinden dışlamaları hoş değil. Ve Sırrı Sıkık denen milletvekilinin o bayana söylemiş olduğ pis ve seviyesiz laflar yüzünden özür dileyememesini de tiksinerek izledim. Acaba gerçekten sizi olduğunuzdan önemli mi görmüşüz. Barışın bir unsuru olarak bu kadar umursamaz özensiz ve kaba dilinizle derman değil dert olursunuz sadece. Sırrı Sakık özelinden bu mücadele için de olup da sadece Kürtler'in acı çektiğini sanan kişilere de seslenmek istiyorum. Dostum bu gün Tayyip'i protesto için sokağa döküldük diye yarın sana karşı sokağa çıkmayacağız demek değil bu.

Bu bir Kürt Halkı kavgası değil Anadolu Halkları kavgasıdır. Kanayan tek yaramız Kürt yarası değildir.

7 Kasım 2013 Perşembe

Bir fırtta döner başım/ Beni bir öpsen yaza döner kışım...(Ahmet Kaya eşliğinde okunması şiddetle tavsiye olunur)


Dünyayı hangi renge boyamak istersin!
Ben siyah çünkü insanları sevmiyorum
Ama bazen kırmızı tutku şehvet hırs; Beşiktaş Ulan!
Bazen Pembe, sadece kardeşimi düşündüğümden
Bazen Yeşil, yeşil çözer beni her istediğimde
Bazen beyaz, çoğu zaman beyaz hatta
Beyaz Sensin çünkü.

Bir bulmaca gibi yaşamak,
Sen bir ucundan
ben bir ucundan dolduruyoruz
Resimdeki sanatçı Suavi
Mısırda bir nehir bilmiyorum
Eski dilde su ne demek der gibi bakıyorsun bana
Beceremiyoruz, kalkıyorsun. Dolaptan iki bira çıkarıp
İlkini dişinle açıyorsun
Sonra balkondan aşağı tükürüp kapağı
Ertesinde balkondan sarkıp izliyorsun
Bir ayağın havada neredeyse
Tehlikeli ne varsa yapıyorsun.


Kafamı dağtma gülümseyip
Bahar vakti zaten ruh halim,
Toprak kokusu ince bir esinti ve tabak gibi güneş
Bozma dengemi,
Gülme kafelerde ağız dolusu bana
Banklarda, hayatın olduğu her yerde.Vapur.Da.
Sokaklarda gülme
Deniz kenarına atılmış bir beyaz tahta masa.Gülme!
Üstü rakı balık roka,
Ben çok yakışıklıyım, ciddiyim gülme.
Bir ucunda sen diğerinde ben
Dalga sesleri duvarın süsü
Ve gülünce sen
Ağzının içinde mühim bir olay için sakladığın belli olan
İnciler masaya dökülüyor.
Dikkatim dağılıyor.Gülme!
İki dal sigaramız var lakin yalnız bir kibritimiz
Dikkatli olmalıyız.














Bu gün bu sokak benim,
Bu apartman bu ev hatta her şey benim.
Cebimde iki tütün kağıdı,
Koltuk altımda ince ama ağır 1848 yapımı bir kurşun
Gözbebeklerimde Sakallı bir adam, görsen kesin bilirsin
Aklımın bir köşesinde sen, diğer kısımlar hercümerç
Kalbimin sınırlarına uçan tekmelerle taciz edende sensin
Tek kişilik festival, rengarenk bir tual zihnim
Her şey benim sen benimsin sonra,
Nazım'ın Piraye için yazdığı şiirler benim
İstediğini alabilirsin
Ve yanımdayken korkmana da gerek yok hiç
Bak ne kadar kocaman kollarım
Altında sen ve küçük dünyan
Gel burası evin olabilir hem bakarsın
Dedim ya burada hiç kaybolmazsın
Çünkü Kadıköy'de tüm sokaklar denize dökülür.








9 Ekim 2013 Çarşamba

Padişahım çok yaşa!



Allah bu günlerde bana karşı çok gaddar
İncecik bir ipte raksa zorlanmış alkolik palyaçoyum
Altım aslan kafesi
Padişahın sarayından sürülen bir cüceyim belki de
Padişahım çok yaşa!
Şu köşede kıvrılıp yatamaz mıyım yine de

Allah bu günlerde bana karşı çok realist
Babamın saçları beyazdan geçilmiyor
Faturalar desen diz boyu,
Annem üflesen düşecek garibim uçurum kenarında
Sağlık! kim kaybetmişte biz bulalım be hey dürzü
Sen sevgilim! yinede gir koluma.

Allah bu günlerde bana karşı çok unutkan
Bütün dualarımı duymazdan geliyor
Bürokratik sorunlardan ertelendiğini düşünmek istiyorum
Kim bilir belki de melekleri çok meşguldür.
Allah’ım yine de yaparsın isteklerimi sana cezerye getiririm
Güven bana Mersin’in cezeryesi pek meşhurdur

Allah bu günlerde tamamen bana karşı
İnönü’ye deplasmana gelmiş bir avuç İsrailli kadar korkuyorum
Sanki birisi sırtlayıp tüm dünyayı
Şaka olsun diye kucağıma bırakacak
Sevgilim var bir tek. O çok sever beni belli edemezse de
Ne yaparsın ama işte hayat bizi bir müddet ayıracak.

Allah bu günlerde bana karşı çok hassas
İki liraya alınan cam bardak gibi her an kırılacak endişesi
Kendine has cezalandırma metotlarını düşündükçe korkuyorum
Biliyorum gözü hep üzerimde sakallı bir amca o
Üstünde şile bezi
En ufacık şüpheye düşsem ondan anında vuruyor sopayı
Dedim ya Allah bu günlerde bana karşı çok duygusal
Zorlasam da olmuyor kendimi. Affet!
İsteklerin ikibinli yıllara nazaran çok marjinal!

Ben bu günlerde iyi bir şeyler hissediyorum Allah’a karşı
Sevmekten fazla ne yapabilirim senin için. Bilmiyorum
Hem biliyorum çiçek dediğinin dökülmesi kadar açması da olağan
Ve ne mutluyum ki dişlerin dudaklarının içinde ilelebet
Kalacak payidar.
Hassasiyetimi anla sevgilim.
Dişlerin bize eski bir kavimden yadigar.
Hem Allah’ın İsa’yı benden çok sevdiğine katiyen inanmam.
Ben O’nu İsa’dan çok sevsem hoşuna gider mi hiç!
Mesela sen beni daha az sevsen ben hiçbir şeye dayanamam
Saçmalama!
Sen yokken ki acımı dindirmek için bir bismillah yeter mi hiç!
Allah ile bir dargın bir barışığız.
Belki de bu yazdıklarım hoşuna gitmeyecek hiç
Ama anla beni sen ki her şeye can üflemişsin
Bilmezmisin ki başa gelen kötü herşey hırstan olur
Seni ne kadar sevdiğini söylememe gerek bile yok.Biliyorsun
Ama konu bensem sevgilim Müslüman olduğundan daha kıskanç olur
İşin özü bu bir barış çubuğudur.
İstiyorum ki kozmos bir az da bize kafa yorsun
Bende üstüme düşen her şeyi yapacağım söz.
Yalnız bir şeyi daha merak ediyorum.
Ben kanepede dertli dertli dönerken sen rahat yatıyor musun?
O değil de gerçekten altımıza odun atıyor musun?

Seni seviyorum.




20 Eylül 2013 Cuma

Ethem.Kardeşim!

Seni tanımıyorum ama fotoğraflarına baktım ağabeylerinin kardeşlerinin yazdıklarını okudum. Aynı şekilde büyümüşüz, muhtemelen aynı şarkıları dinleyip aynı şairlerin şiirlerini ezberleyip aynı kitapları okumuşuz….  Biz farklı yataklarda farklı şehirlerde uyumuşuz ama aynı düşü görmüşüz, aynı hayale inanmışız. Ethem, kardeşim, yürekli yiğit yoldaşım ne hazin ki sen benden daha çok inanmış ve sahip çıkmışsın gördüğümüz rüyaya… Bana kendimi kötü hissettiriyorsun Ethem. “Cesaret bulaşıcıdır korku geçici” der gibi bir bakışın var ya banka çömelmiş dururken… O bakışın bir kurşun olup deliyor içimi. Kurşun dedim Ethem, sakın senin canına değen şey ile aynı düşünme. Sana değen bir kahpenin çaresizliğiydi. Kurşun değil o. Sen inanmışsın bir rüyaya o yüzden uyanmak istememişsin. Bu ölmek değil kimse inandıramaz beni öldüğüne. Sen öyle sevmişsin ki düşlerini sadece uyanmak istemiyorsun. Hepsi bu. Ölmek çirkin, yaşamayı bu kadar seven insan ölür mü hiç?
Ethem kardeşim, seni kötü göstermeye çalışanlar var hep de olacaklar. Biz bu toprakların zulüm görmüş çocukları… Anadolu halkları… Alevisi, Kürdü, Ermenisi, Süryanisi daha nicesi… Ethem güzel çocuk. Sana bana kötü diyecekler. Ali’ye kötü Ahmet’e bölücü, diğerine terörist, berikine marjinal… Çapulcu kelimesini bilerek kullanmadım çünkü o kelime bizi itibarsızlaştırmak hayalimizi sulandırmak için seçilmiş bir şey. Ağzımıza pelesenk olsun istemedim. Devrimcisin sen. Biz devrimciyiz. Hiç bitmemiş bir ateşin külleri şimdi Anadolu’da, her rüzgarda dört bir yana dağılıyor. Aynı yaşamışız dediysem tamamen aynı değil ama. Sen işçi adamsın yoksulluk görmüşsün belli. Biz senden iyi büyümüş çocuklarız. Ama bu bizi farklı yapmıyor. Biz aynı düşe inanmışız dedim ya… Senle çay içtiğimizi düşündüm Ethem, dünya ile ilgili konuştuğumuzu, bir sigara yaktığımızı, demli bir çay…Kadınlar ile ilgili konuşurduk biraz. Bırak Ethem aslan gibi adamsın, bir kız babası olsam senin gibi bir damadım olsun isterdim. Bunu merak ediyorum Ethem gönlünün düştüğü kimse varmıydı?
Ethem biz aynı yaştayız madem senin o koca gövden neden benden yüzyıl daha yaşlı duruyor. Sus Ethem cevap verme ben biliyorum. İşte o “neden” her ne ise bir daha hiçbir çocuğun erkenden yaşlanmasına sebep olmasın diye sokaklardayız biz.O neden her ne ise bitsin diye… Yüzsüzce, gözümüzün içine baka baka yalan söyleyen iktidar gitsin diye… Biz bu ülkeyi bölmek istemiyoruz, biz birleşmek istiyoruz… Aşk istiyoruz biz, bu coğrafyada barış özgürlük istiyoruz… Ne istiyorsak Ethem biliyoruz ki sen bizden çok istiyorsun. Direniyoruz  ve en çok da senin bu günleri görememene üzülüyorum. Ben hiç inanmadım ölen insanların bizi gördüğüne ölen ölmüş biten bitmiştir.Biz bu dünyanın evlatlarıyız sonrası için bir fikrim olmadı hiç. Ama inanmak istiyorum Ethem bizi bir yerlerden izlediğine inanmak. Ankara’yı,Gazi’yi,Gezi’yi,Tuzluçayır’ı,aslan gibi anneni kardeşlerini,Ali İsmail’i, Medeni’yi, Berkin’i , Ahmet’i, Mehmet’i…
Ethem vazgeçtim görme hiçbir şeyi. Cenazene bile müdahele eden bu faşistleri görme. Hala aynı terane, yok bölücülerdi yok polise taş attılar yok dış güçler kullandı bunları falan filan… Duyma bunları kardeşim. Anan anamız abin abimiz kardeşin kardeşimiz… İçin rahat olsun.
Ethem senin kadar cesur olamadım diye kızma bana. Sen bize bir bakış bıraktın, bir duruş… Sen bize bir akıl bıraktın bir cesaret… Ethem biz de çocuklarımıza güzel bir dünya bırakacaz. İnancımız tam artık. Kazova’da olanları gördükçe,Tuzluçayırı bildikçe inancımız artıyor.
Ethem bilirsin o türküyü eminim.Başına bir hal gelirse canım, dağlara gel dağlara… Ethem’im kardeşim bir gün senle çıkalım dağlara. Ahmet Kaya’dan bir şarkı söyle sen, başkası da olur sen ne seviyorsan o olsun. Farketmez. Biz çay içerdik senle bir de sigara yanında. Konuşur türküler söyler sigaralar döndürürdük. Ethem boğazımda düğüm düğüm bir sızı var.

Kalkamazmısın ayağa?

17 Eylül 2013 Salı

Hercümerç


 “Bilirsin meseleleri konuşarak halletmek iyidir  fakat ortalığı kan                                                       gölüne çevirmenin zevki de bambaşkadır”
                                                                       
                                                          Korkma Ben Varım (Murat Menteş)

            Akdeniz’in güzel gözlerine çekilmiş kalemdir Mersin.
            Bomboş bir kağıda cetvel yardımı ile düz bir çizgi çekin işte tam öyledir.
            Dağların denize paralelliğinden çok yakınlığı şaşırtır ilk gören insanı. Deniz ve dağların belki de dünya coğrafyasında birbirine en uyum içinde geçindikleri yer burasıdır. Yukarıdan baktığınızda ayaklarını denize sarkıtmış, güzel bir kadın gibi görünür gözünüze. Portakal ağaçları ve palmiyeleri ile, çoğu insanın kafasında olduğundan daha Akdeniz’li bir şehirdir. Kent boyunca uzanan sahili uzun bir cümlenin sona konmuş üç noktadır. Aslında devamı her zaman vardır. Yasemin kokularının altında hamak da uyumak siz gibiler için tatil planları içinde geçse de bizim rutinimiz böyledir. Limon çiçeği koksunu bilmeyiz çoğumuz, çünkü o koku toplamı ile Mersindir. O koku gelse burnuma “ aaa limon çiçeği demem ben, mersin derim”. Biraz yasemin, bir tutam da deniz tuzu isterim yanında…

        Türkiye bir rakı sofrası ise Konya ovası kavun tabağıdır.
            Türkiye bir rakı sofrası ise İstanbul beyaz peynirdir.
            Türkiye bir rakı sofrası ise Diyarbakır karpuz, Urfa çiğ köftedir.
            Türkiye bir rakı sofrası ise Adana şalgam, Karadeniz eriktir.
            Tek emin olduğum şey Türkiye bir rakı sofrası ise Mersin rakıdır.

            Ben Eren. 25 yaşındayım. Mersin’ de doğdum bu şehir de büyüdüm. Ufacık sokakları, yüksek binaları, lanet olası sıcağıyla büyüdüm. Hayatımın sadece üç yılını bu şehrin dışında geçirdim. Bir yılını askerlik için Hakkari’de, iki yılını ise İstanbul’da. Hayatımı benim kontrolüm dışına iten iki yılımı İstanbul’da yaşamıştım. İlk Harem’e indiğim günü hatırlıyorum da, sanki yıllardır görmediğim anneme kavuşmuş gibi oraya ait hissetmiştim kendimi. Sonrasında çok da hoş olmayan olaylar yaşadım. Bir şekilde döndüm geri. Ama geri dönüp geldiğim de artık ne annem vardı ne de babam. İkisi de ölmüşlerdi. Eski evimizi kapısı kilitli, perdeleri eskimiş ve kimsesiz bulmuştum. Tek katlı kendimize ait ufacık bir bahçemizin olduğu bu ev aileme mezar olmuştu. Mahalleye döndüğümden beri mahalleli bana iğrenç bir mahlukmuşum gibi bakıyordu. Ailesini öldürmüş hayırsız bir evlatmışım gibi davranıyordu. Şimdi de hiçbir şey olmamış gibi gelip ailemin evine çullanıyordum onların gözünde. Onlar da haklıydı dışarıdan tamamen böyle görünüyordu. Ama umurumda değildi.
            İlk bir hafta neredeyse zorunlu ihtiyaçlarım dışında hiç dışarı çıkmadım. Öylece yattım yatağımda. Düşündüm uzun uzun. Her tıkırtı da annem geldi sanıp uyanıyordum, babam geldi sanıp ağlıyordum. Bir hafta geçirdim böyle.
            Sonra bir gün evin bahçesindeki küçük asmanın altında oturmuş ayaklarımı da karşımda duran plastik sandalyeye uzatmış sigara içiyordum ki bahçe kapısının; kızı kanser olmuş bir kemancının son solosu gibi ince bir sesle aralandığını fark ettim. Kapıya arkam dönük olduğundan gelen kişinin yüzünü görmek için dönüp bakmaya çalışırken sessiz misafirimizin sesi duyuldu.

-          Vay amına koduğumun Eren’ine bak. Geliyor da abisine bir haber etmiyor.

            İster istemez yüzüm gülmüştü. Sesi tanımıştım ya geldiğimden beri ilk defa kendimi evimdeyim gibi hissediyordum. Güneş arkadan vuruyordu, dönüp sese baktığımda güneşten göz gözü görmüyordu. Sarıldım bir koşu. Beyaz ve tiner kokulu atletine gömdüm alnımı.          
            Ağlamak ne ki sol gözüm Fırat’a sağ gözüm Dicle’ye özenmişti.
            İkisinin ortası Mezopotamya’ydı.
            Dünya bir ev ise Mezopotamya yatak odasıdır.
            Karşımda duran sesin sahibi eğilip öptü alnımdan.
            Mezopotamya’ya ayak basan ilk Türk oydu artık.
            Yatak odama giren tek erkek olarak kalacaktı.
            Sersemlemiştim. İlk defa nicedir tanıdığım bir şeye tanık oluyordum.
            Sendeledim gerisin geri, ses beni bir sandalyeye oturttu. Bir süre sürmedi kendime geldim.

            Gözümü açtığımda sesin artık bir burnu iki gözü ve bir ağzı vardı. Turan Abi dedim. Ağlıyorum mu gülüyorum mu anlamasını beklemiyordum. Çünkü ne yaptığımı bende bilmiyordum. Masadaki paketten bir sigara çektim. Hemen ağzıma götürüp; elimde yanan kibrite denk getirmek için çabaladım. Gagasıyla solucan yakalamaya çalışan bir tavuğun ki gibi kafa hareketleri ile sonunda vurdum hedefi. Bir duman çektim sigaradan; artık vücudumun yüzde yetmiş sekizi su ve geri kalanı katrandı. “Eeee anlat” dedim. “Ben yokken neler yaptınız, Serkan piçi nerde, Veysel falan ne yapıyorlar.”

Sakin olmamı söyledi.
Her şeyin bir sırası var hele nefeslen bir evlat dedi.
Bir süre susup onu izledim.
Artık evimdeydim.
Aceleye gerek yoktu. Zamanım çoktu

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Söyleyecek sözü olan ve bir şeyleri değiştirmeye ihtiyaç duyan insanlar Adem ile Havva’dan bu yana ya kaleme ya silaha sarılmışlardır. En etkili araçlar silah ve kalem olduğundan dünya üzerinde milyarlarca yıldır edebiyat ve savaş kol koladır. Tarihin her sayfasında bu ikisine rastlarsınız; birisinin olduğu yerde diğeri de mutlaka vardır.
Ben derdimi anlatmak için kalem tutmayı seçtim inşallah silah tutmak ta kısmet olur bir gün.
Şimdi sizle basamak basamak bir komplo teorisi üzerinden konuşmak istiyorum.
Oldum olası en büyük sorunu Allah ve Din kavramları üzerinde yaşadım. Biraz aile yapım biraz kendi fikirlerim sonunda Allah ve Din gibi konulara ilahi anlamlar yüklemeyi çok küçük yaşlarda bıraktım ben. Hayatımda bir kere bile oruç tutmadığımdan bir kere bile namaz kılmadığımdan zaten olmayan bir şeyden vazgeçtiğimden yani; hiç de zor olmadı benim için.
Hatta tarihe biraz dikkatli bakınca kafamda bu dinlerin serüveni ile ilgili bir fikir oluştu zamanla. İlk çağlardan beri insanları bir düzen ve hiyerarşi altında tutmak isteyen zamanına göre zeki ve savaşçı insanlar olmuştur. Çağının en iyi savaşçılarından ve en bilginlerinden olan bu zatlar insanlık üzerinde uygulamak istedikleri düzen ve itaatkarlık politikalarını da hep kendilerine yarar sağlaması için planlamışlardır.
Antik yunan trajedyalarından tutun da hemen hemen her dinin içinde bir kıyamet olgusu ve bir cehennem tasviri vardır mesela değil mi?
Dünya kurulduğu günden bu yana ne büyük depremler ne büyük doğal afetler görmüştür bir düşünsenize.
İki binli yılların teknolojilerine hakim olmamıza rağmen düşününce hala tabiat karşısında nasıl çaresiz ve korkağız.
İlk insandan bu yana tüm insanlık gördükleri doğal afetlerden köpek gibi korkmuş ve kendi zamanlarında olmaması için hep bir çaba göstermişlerdir.
Yeri gelmiş Tanrı’larına putlarına dualar etmiş, yeri gelmiş namaz gibi kurban gibi ibadetler yaratmışlardır. Hepsi tabiata bir şükran sunma ve tabiatın gazabından korunma çabalarıdır.
İslamiyet’te de anlatılan bir anda dağların pamuk gibi dağıldığı, büyük bir ses ile denizlerin yükseldiği, yer kabuğunun çatlayıp magma tarafında yutulduğu anı bir hayal etmenizi istiyorum. Kıyamet diye korktuğumuz şeyin belki de milyarlarca yıl öncesinde gezegenimize düşen bir gök cismi olabileceğini varsayalım bir an da olsa. Ve ya da dünyanın genel oluşumu sırasında meydana gelen doğal bir afet olduğunu düşünelim. Bu gün bile karaların yer değiştirdiğini bin yıl sonra bir Venedik bile kalmayacağını ve buna benzer bir sürü tabiat değişikliğine maruz kalacağımızı söylemiyorlar mı bilim adamları. Onların söylemesini de geçelim biz görmüyor muyuz bu olanları ve olacakları. Dünya bir düzende durmak için kendi içinde milyarlarca yıldır bir çaba veriyor. Kimyasal reaksiyonlar büyük patlamalar…
Denizler yükseliyor, dağları yutuyor. Depremler oluyor kıtalar birbirinden ayrılıyor.
Hatta bana sorarsanız Dünya birkaç kez kendini yenilemiştir bile bu güne kadar. Belki bizden önce yaşamış bizim kadar bizden az veya bizden daha gelişmiş bir teknoloji ve bilgi ağına sahip nice toplumlar yaşamıştır bu topraklarda.
Düşünsenize milyarlarca yıl öncesinde gayet bizim gibi yaşayan insanların olduğunu.
Sonra bir gün başlarına bir felaket geldi. Kim bilir belki de bize Nuh Tufanı diye anlatılan bundan başka bir şey değildir. Bu tasvirler her dinin içinde her toplumda görülmüyor mu?
Her kavim müthiş büyük bir felaketten bahsetmiyor mu?
Bu kadar konusunun geçmesinin sebebi belki de yaşanmış olmasıdır; olamaz mı? Belki de bizden önceki insanlar bir veya birkaç kez dünyanın o büyük yıkımına tanık olmuşlardır. Öyle büyük bir kaostan kurtulanlar da olmuş olma ihtimali kuvvetle muhtemel değimlidir peki. İlahi bir olay olmadığından sadece çok büyük ve çok yıkıcı bir doğal olay olduğundan buradan kurtulmuş olan az da olsa insan olması bence hiç de saçma bir düşünce gibi durmuyor.
Milyarlarca yıl öncesinde yaşamış toplumlar da helikopter pisti buluyorlar bu gün bu bizden önce yaşamış insanlar hakkında bize bir ipucu vermiyor mu sizce de.
Bu gün şehir efsanesi gibi her yerde dolaşan Maya Takvimine göre 2012 yılında kıyamet kopacağı efsanesine göz atalım bir de. Bakalım benim savımı destekleyecek mi?
Eski insanların başına gelen bu büyük doğal afet sonrası, kurtulan insanlar o anı bir şekilde diğer insanlara aktarmak için her zaman olduğu gibi resime ve edebiyata sarıldılar.Yazı ve çizgi zaten insanlığın tüm kültürünün zenginleşe zenginleşe buraya gelmesini sağlamadı mı?
Hatta edebiyatın ve sanatın toplumların yapılarını değiştirme de ki gücü o kadar iyi biliniyordu ki eski insanlar tarafından, bakınca bazı milletlerde halkın kafası karışmasın diye resim yasaklanıyordu. Osmanlı gibi imparatorluklar matbaaya bile ayak diretiyorlardı.
Çünkü biliyorlardı ki ilk insandan bu yana her şey yazı ile çizgi ile gelmişti buralara.
Konumuza dönecek olursak o büyük afet veya afetlerden kurtulan insanlar o anı tasvir eden yazılar yazıp çizgiler karalıyorlardı taşlara mağara duvarlarına yahut papiruslara. Bir şekilde dertlerini anlatıyorlardı. İşte tam bu noktada zamanlarının bilginleri çıkıp Tabiat Ana’nın gazabından korunmak için yapılması gerekenleri sıralıyorlardı. Bir nevi din üretiyorlardı. İnsanları o büyük yıkımla korkutuyorlar onu yaşamamak için de yapılması gereken kuralları belirtiyorlardı. Kendi içlerinde eğer bunları bunları yapmazsanız yeniden bu gazap bizi bulacaktır diye buyuruyorlardı. Mayalar gibi belki de bize ulaşmayan binlerce millet tarih bile veriyorlardı insanlara. Her zaman olduğu gibi o zaman da bir inanç sistemi vardı. Bu tarihte olacak o büyük yıkımın sonunda sorumlularının yine Tabiat Ana tarafından cezalandırılacağı söylenerek, insanlık korkutuluyor pasifize ediliyordu.
Beş yıl sonra deseler kimse çalışmayacak ve o anı bekleyecek diye de tarih genelde çok sonraları olarak belirleniyordu. Belki de Mayalar gibi binlerce kavim tarih vermişti. Atıyorum bilmemneler 1324 demişlerdi. Belki o zaman yaşayan insanlar da beklediler o tarihi ve bir şey olmadığını gördükleri için bu efsaneyi kuşaktan kuşağa aktarmayarak tarih içinde yok ettiler.
Birdiğer taraftan da insanları bir arada tutan şeylerin ne olduğu hep tartışılır; vatan sevgisinden dine kadar bir sürü şey söylenir. Aslında bakınca insanları bir arada tutan şey korkudur. Din dediğimiz şey cezalandırılıma korkusu, Vatan sevgisi dediğimiz şey toprak kaybetme, düzenimizin bozulma korkusudur.
İlk insandan bu yana bizi korkuyla bir arada tutmuşlardır. Yakıcı ateş ile boğucu su ile, yeri geldiğinde rüzgar ile…
Dini kitapların hepsine baktığımızda Allah kelamı olduğu söylenen şeylerin kurallar silsilesi olmadığı aşikardır. Oysa insanlara cennet için yapılması ve cehennem için yapılması gerekenleri anlatmak için inen bir kitapta doğru düzgün kurallar bulunmaması ne saçma değil mi? Genelde Allah veya Yaratıcı kendinden, kendi büyüklüğü ve affedileceğinden bahseder. Bir hikayesi bir kurgusu olan yazılardır bunlar. Hikayeler anlatır bize Yaradan, kimleri nasıl cezalandırdığını anlatır. Şunu yapın bunu yapın diye kesin bir şey söylemeden vereceği cezaları yapacağı güzellikleri anlatır. Hepsinin müthiş bir dille yazılmış, kitaplar olduğunu kim reddedebilir. Aslında bu olaya böyle bakıyor olmak bile bir yerde bu yazılanların o büyük afetleri görmüş insanların veya bu bilgilere bir şekilde ulaşmış kişilerin elinde çıkma olduğu fikrini desteklemektedir. İnsanları korkutmak için yazılmış içlerinde korkunç hikayelerin bulunduğu eserlerdir bunlar.
Bir düşünün değişmeyen tek kitap neden Kuran’ı Kerim. Çok özellikli olduğu için değil de belki de son kitap diye değişmemiştir. Henüz değişmemiştir ama. Hristiyanlar ve tüm diğer dinler zaman içinde olayların gerçek seyrini özümsemiş ve bu kitapların, önemli ve saygın kişiler tarafından yazılan destanlar olduğunu anlamışlardır.
Evet kutsal kitaplar içinde öğütler de bulunan destanlardır aslında.
Bizim kitabımızın değişmemesi ve diğerlerinin değişmesi konusunu bir de şöyle düşünelim.
Aynı dine mensup olmalarına karşın birbirinden farklı olan insanlar her daim var olmuşlardır. Nasıl bizim dinimizde başı açık gezen ile çarşaf ile gezen varsa tüm diğer dinler de de bu böyledir. Ve ister istemez kimse bir şey yapmasa da bir süre sonra bu insanlar farkında olmadan bir birleri etrafında toplanırlar. Siz isteseniz de istemeseniz de toplum kendi algılayışına göre bölünür dağılır. Bu sebeple diğer dinlerde, o dinin önde gelen alimleri oturmuşlar ve kendi gibi düşünen insanlar için yenilenmiş revizyona uğramış kitaplar yazmışlar. Onlar süreçlerini tamamladıkları için toplum kendi kendine ayrışmıştı zaten. Sadece her topluluğun başındaki kişiler, kendi kitapçıklarını çıkardılar. Biz henüz bu süreci tamamlayamamış bir diniz. Bu yüzden biz Katolik Protestan gibi mezheplere henüz onlarda ki kadar keskin bölünemedik. Ama bizde de olacak olan; sonuçta budur. Nereye kadar siyah çarşaf içinde gezen ile mini etek ile gezeni aynı din çatısı altında tutabiliriz ki. İmkansız.

Bir de olayın şu kısmı var ki tam film yapılası bir hikaye aslında. Gerçekten çok samimi söylüyorum bunu. Ben Hz. Muhammed’ e inanılmaz saygı duyan birisiyim. Zekasına, hırsına azmine sadece eğilirim. Dönemini bırakın gelmiş geçmiş insanlık tarihi içinde bir elin parmaklarını geçmeyecek zekadan biriymiş gerçekten.
Hz. Muhammed’in ilk doğduğu zamanlarda Arap yarım adası kabileler halinde yaşayan henüz toplumlaşamamış bir milletti. Araplar dağınık ve güçlerinden bi haberlerdi. Dünya tarihinin belki de en eski ve köklü uygarlıklarından olan Araplar, zevke sefaya düşmüş zenginliklerinin keyfini sürüyorlardı. Bir taraftan da halkın geri kalanı açlıktan kırılıyordu. Araplar genelde putlara tapmalarına rağmen Hristiyanlık Sabitlik gibi başka bir sürü dine de mensuplardı. O zamanlarda Arap yarım adasının en önemli olayı birbirlerine iktidar mücadelesi sebebiyle savaş açan kabilelerdi. Sürekli bir savaş vardı. Hatta sadece dört ay boyunca savaşmazlardı(Muharrem, Recep, Zilka'de ve Zilhicce aylarında)

Hatta ve hatta bu zamanlarda panayırlar kurulurdu. Bu panayırların en büyüğü Tâif'le Nahle arasında kurulmakta olan Ukaz panayırıydı. Ticaret için gelen esnaflar dışında şairler de bu panayıra katılırlardı. Şiir yarışmaları yapılır; halk tarafından beğenilen şiirler, Kâbe'nin duvarlarına asılırdı. Bu panayır sırasında beğenilip Kâbe duvarında asılmış olan yedi ünlü kasideye "el-Muallekatü's-seb'a" (Yedi Askı) denilmiştir.
Bir taraftan da Osmanlı’da bile devam eden bir methiye alışkanlığı vardı biraz tarih ile edebiyat ile ilgisi olan herkesin bildiği. Eski zamanlarda insanlar padişahlarını krallarını övmek ve onların yüceliğinden bahsetmek için methiyeler düzerlerdi. Kralını padişahını öven şiirler yazarlardı. Bu Kabe duvarına asılan şiirler de kuvvet ile muhtemel Putları Yaradanları Allah’ları ne olduğu fark etmez ama taptıkları ve inandıkları güce yazılan methiyelerdi. Din simgesi olan Kabe duvarına kadın ve alkol ile ilgili şiir yazılacak değildi ya. Buradan anladığımız kadarı ile zaten Hz. Muhammed’den önce de insanlar Yaratan korkusunu temel alan ve Yaratıcıların öven uzun methiyeler şiirler kasideler yazıyorlardı.
Bir gün zamanının bilgin ve kalemi güçlü Arap çocuklarından biri olan Hz. Muhammed’in yazdığı şiirler beğenilmeye başlandı. Hatta burada şöyle bile düşünebiliriz. Martin Luther Kıng nasıl ki İncili yeni bir forma sokarken önce sokaklara, kilisenin duvarlarına isimsiz manifestolar yazmıştı. İnsanlar da bir bilinç uyandırdıktan sonra ismini yazmaya başlamış ve güçlendikçe yazmak konusunda daha da özgürleşmişti. İnananları olmuş hatta bu inananlar Martın için kılıç bile sallamışlardı. Belki de o zaman Hz Muhammed de yazdığı bu şeylerin beğenilmesi üzerine yavaş yavaş kendine inanan ve bilgeliğine saygı duyan insanlar kazanmıştır. Kılıcı güçlü Ali gibi adaleti ile bilinen Ömer gibi. Cesur Hamza veya önemli bir bilgin olan Ebubekir gibi. Hatta bu yeni bir araya gelen insanlar eskiden var olanlar için tehdit oluşturmaya başladığında o vakit savaşlar da başlamıştır. Uhud gibi Hendek gibi savaşlar belki de bu yeni dinin inananları ile eskilerin iktidar mücadelsiydi. Belki de Hz. Muhammed’e inanan bu insanların ortak paydası o zaman ki iktidardaki kabilelerin( mesela panayır koruyucuları olduğu için saygın olan Kureyş Kabilesi) boyunduruğuna girmek istememeleri idi. Sonuçta İslamiyet ve diğer dinlerin merkezi olan şehirlerin en büyük özelliği zamanının en zengin ticaret yolları olması değil miydi?
Asıl burada da önemli bir konu var ki Kuran’ı Kerim’in müthişliği. Gerçekten yazıldığı dil olsun, anlatılan hikayeler olsun insanların kanını donduracak cinsen hikayelerdi. Tarihteki her türlü olayı müthiş bir zeka ile kurgulamış ve Latinlerin Opus Magnum dedikleri o gelmiş geçmiş en iyi eseri yazmıştı Hz Muhammed. Hatta belki tek bile değildi kendisi gibi başka kişilerle belki de kendisinden yaşça büyük bilgin zatlarla hocalarla yazmıştı. Devrimci ruhu ile hırsı ile o bozuk Arap yarım adasını düzeltmek için yazmıştı.
Kıyamet günü için tarih vermeyecek kadar akıllıydı. Çünkü bir tarih verse gerçekliğini yitirip gidecekti her şey.
İlk olarak kolaylık dini olması gerekiyordu. Kuralların ağırlığı ve yapılması gerekenlerin zorluğu insanların gözünü korkutabilirdi.
Hala günümüzde bilmem kimin el yazmaları gibi bir çok şeye ulaşabiliyorken o zaman şu an bize kalmamış ne alimlerin nasıl yazıları vardı kimbilir. Tam bu nokta da Kuran’ı Kerim de geçen bilgilerin de nereden geldiğini bulabiliriz. Süveyş kanalını bizden çok önce görmüş ve biliyor olamazlar mıydı?
Belki biz onu binlerce yıl sonra bulmuş olsak bile bu büyük afetlerden birinde yok olan kavimler bizden önce bulup bir sonra ki kuşağa aktarmış olamaz mı.?Nasıl ki Barbaros Hayrettin paşa gibi ünlü denizcilerin notlarına bu gün ulaştığımızda gezdikleri yerleri nereleri bulduklarını öğrenebiliyorsak belki de bizden çok önce yaşamış bir denizci de Süveyş kanalını zaten bulmuştu. Demem o ki içinde kendisinden önceki bilgilerin iyice harmanlandığı, dili müthiş olan bir kitaptan ibaret olabilir Kuran’ı kerim.
Benim için bu düşünce örümcek ağları ile saklanan Hz Muhammed’in hikayesinden çok daha rasyonel.
Bir dağa çıkıp vahiy bekleyen gelince de aşağı şehre geri inip insanlara yazdıran okuma yazma bilmeyen Hz. Muhammed’ den çok daha mantıklı.
Burak adlı bir binek atı ile bize şah damarımızdan yakın olan Allah’ı görmek için göğe yükselen Hz. Muhammed’den çok daha olası.
Sözün özü dünya üzerinde milyarlarca yıldır insanlar toplumları düzen altında tutmak için uğraş verdiler. Din bu konuda en mistik ve en epik buluştu. Bir gün Hz. Muhammed en beğenilen Yaratıcı için yazılmış methiyelerin Kabe duvarına asıldığı bir dönemde, dünyayı temelinden değiştirecek o müthiş kitabı yazmış olamaz mıydı?
Demek istediğim dünya bu günkü şeklini bir methiye ile almıştı. Allah’a düzülmüş methiyelerin en kusursuzu en müthişi Kuran’ı kerim idi.

8 Ağustos 2013 Perşembe

Siz hiç çocukken misketlerinizi kaybettiniz mi; işte ağladı mı öyle ağlıyordu.


Sen bir başına öyle kalabalık
Sen boynundan başlayıp memelerine kadar uzanan
Bir akarsuya ayağını değdirmekten korkan
Sen boş evde aynalı bir kırık dolap
Sen Allah'ın kendisinden razı geldiği en kırmızı karanfil
Ben ise nerde bir hata var gidip ona sarılan
Hep aşık olan yanlış kadınlara
Sende bir hal var sol yanı beyaz sağ yanı zeytin karası
Deniz gören gözlerinde bir dalga var tekrar edip duran kendini
Şimdi Egedesin sanırsam, coğrafyam iyi değil
Ayaklarını denize sokuyorsundur belki.

Ağzında nefes dolu, inci boncuk hepsi güzel
Saç örgülerinin arasında kalmış bir eski zaman şarkısı
Siyah beyaz nice fotoğraf yırtık
Halbu ki kasıkların eminim karınca yuvaları gibi sıkışık
Ve beni bir öpücüğünle çözebilen
Dudakların her kilide uyan anahtar

Sen eski bir kitap bir kaç cümlesinin altı çizili
Sesinde binlerce melek var konustukça sen keman çalarlar
Sen kötülere karşı memelerinde sığındığım
Mahkumların çiçeklerine işeyen gardiyanlara edilen küfür dudakların
Öpmeden nasıl durayım, dudakların bu kadar güzel madem
"Sanırsın ki sen sade küçük bir cisimsin
Oysa sende dürülmüş en büyük âlem""


Ve şimdi size ondan bahsetmem gerekirse abilerim ablalarım
Henüz kendisinden daha anlamlı bir ayet bilmediğim ondan
Dilimde ki kırk düğümün sebebi
Sorduğunda bana kendi sesi ile,
Hermes'in nefesi
Geçen gece hatırlarsan bana bir şeyler demiştin diye
Düğümler eklenip durur dilime.
Konuşamam

İsterim gel yatağıma gir
Düğmesiz elbiseler giy soyunup dökülelim
Sevişip sevişip seninle terimiz soğumadan
Beşiktaş'a inelim.
Bir vapura denk gelir elbet günümüz
Kadıköy'den kalkıp gelen bir vapur
Nice martı sabahlamıştır güvertesinde
İstanbul'u en güzel Beşiktaş'tan görürüz.

Memelerinde ki daldan yeni düşmüş elma gıcırtısı
Saçındaki heybet ve dalgalı hal.
Dişlerin dişlerime değdikçe çıkan ses, yüzyıl gürültüsü
Arkanı dönünce bana kasıklarıma yağan kar.
Allah'a şükür ki iki yakamızı bir araya getiren bir köprümüz
Hala var!

5 Ağustos 2013 Pazartesi

GARİP DÖNEMLER


Ergenekon davası sonuçlandı.
Ortalıkta bir toz bulutu kafası kaşık bir Türkiye var.
Aylardır devam eden gezi olayları üstüne bir de bu mahkeme sonuçları...
Ergeneokon davası tamamen egemen gücün devletin içindeki eskiden günümüze gelen yapılanmalarla hesaplaşmasından başka bir şey değildir.
Bu bir demokrası davası, bir darbe hesaplaşması değil iktidar savaşıdır.
Dava sonuçları hakkında pek bir şey söyleyemeceğim.
Bir hukukçu değilim yada iddianemeyi okumuş bir gazeteci...
Kararlara insani boyuttan bakabiliyorum sadece. Orada ismi geçen insanların çoğunu tanımıyorum.
Tanıdıklarım içinde ideolojisini paylaştığım hatta bir adım öteye götürerek sevdiğim bir adam dahi yok.
Kemal Kerinçsiz, Arif Doğan, Veli Küçük,Doğu Perinçek...
Bu ülkede faşistliğin bayrağını taşıyan, kimisi silahla kimisi kalemle bir halka savaş açan insanlar değil mi?
Veli Küçük'ün Arif Doğan'ın adı içinizde bir soru işareti de mi uyandırmıyor?
Tuncay Özkan F Tipi cezaevlerine otel dediğinde üzülmediniz mi yada.
Bu ülkenin kaymak tabakası gibi takılıp güzel hayatlar yaşayıp halkını anlamayan bu solcu arkadaş gibiler hiç mi yumruğunuzu sıktırmadı size?
Bana çok sıktırdı.
Zerre haz etmeyeceğim insanlar bunlar ama olay gelip de yargı adalet ve hukuk düzleminde bir şekil alınca olaylara farklı bakmak gerekiyor.
AKP'nin bu sindirme pasifize etme politikası ile her kesimi itibarsızlaştırma harekatı can sıkıcı bir hal almaya başladı.
Bunca yıldır gözaltında ailelerinden uzakta tutulan insanlar, yapılan muamemeler, duruşma günü yapılan zulüm, onlarca insana devleti yıkmaktan müebbet hapis cezaları...
Biz istiyoruz ki darbecilerin katillerin hepsi yargılansın.
Mehmet Ağar...
Tansu Çiller...
Kenan Evren...
Bir parmak bal çalmanızı istemiyoruz ağızlarımıza.
Ayrıca şeffaf yürütmediğiniz bu dava yüzünden insanlar kimin ne ile suçlanıp ne için ceza aldığını bilmiyorlar.
Siz öyle bir elinize yüzünüze bulaştırdınız ki bu adaleti yargıyı Allah bir deseniz bu halk size güvenmez artık.
Kişisel fikrime gelince hiç bir gazetecinin yazıları ve fikirleri yüzünden müebbet almasını tabi ki kabul edemem.
Yargılanması bile acizlik zayıflıktır.
O kadar karışık bir dava oluşturdular ki yukarıda saydığımız faşistlerin ceza almasına sevinmek ile suzçsuzlara yapılan muamaleye ve hukuksuzluğa üzülmek birbirne karışır oldu.
Gün daha güçlü olma günüdür.
AKP şunu biliyor ki ilk defa tarihlerinde kendilerine karşı olan tüm farklı ideolojiler birleşti.
Belki ilk günkü kadar kuvvetli değil artık ama bir kere korktu iktidar.
Ve bu kararlarla öyle bir hava bir yaratıldı ki AKP karşıtları birbirine düşer oldu.
Bazıları darbeciler yargılandı ohh bazıları burası nasıl ülke ahhh...
Twiter gibi sosyal ağlarda "Teröristler dışarda vatanseverler içerde" algısının ağır bastığını görüyoruz.
Gezi ruhu diye başlayan sosyalist rüya yerini ulusalcı şövanist bir kabusa bırakacak gibi duruyor.
O Park da birbirini anlayan Kürt, Türk, Ermeni,Alevi halkları ulusalcı söylemlerle yeniden birbirinden uzaklaştırılmakta.
Asıl tehlike bu.
Hani biz sevmeyi sarılmayı öğrenmiştik ne oldu da ilk olayda hemen birbirimize bok atmaya başladık yine.
O dava içinde ceza almayı hakeden haketmeyen insanlar vardır, yapılan muamele hukuksuz ve adicedir. Bu konuda herkes hemfikirdir.
Kara bir gündür.
Bu gün adalet sistemini eleştirmeyenler yarın iktidar hukuku ile yüzleşmek zorunda kaldıkalrında kimseyi bulamazlar yanında.
Hatırlarsanız Cumhuraşkanı'nın rektör atamalarında ki gücünün tartışıldığı dönemlerde kemalist sınıflar
Ahmet Necdet Sezer'in insiyatifi ile atadığı sözüm ona laik rektörleri görünce sistemi eleştirmek yerine alkış tutmuşlardı.
Aynı zihniyet Abdullah gül kendi ideolojisine yakın isimleri atayınca sorun çıkarır oldular.
Sistem bazılarının işine geldiği müddetçe iyi işlerine gelmediğinde kötü görünür oldu.
Halbu ki sorun temelinden eleştri yapabilmekte.
AKP'nin kurduğu bu hukuk sahnelerinde hukusuz ve adil olmayan yargılanmalar yapılıyor. Gerçek darbeciler, faşistler devlet içi yapılanmalar ayıklanıp temizlenmiyor.
Bu bir demokrasi hesaplaşması değil o sebeple Ahmet 5 yıl Mehmet 3 yıl almıştan çok da ha mühim bir sorun var ortada.
Yoksa Veli Küçük veya Aydın Doğan için üzülmüyorum diye ben bu gidişi hoş karşılıyorum demek değil bu.
Suikastçıların beraat edildiği bir yargılanmanın ve beraat edenlerin ideolojik duruşlarının gösterdiği şey bize, AKP'nin istemediklerinin üstünü çizdiğidir.
Bu durumda doğru tahliller yapıp doğru atılımlar gerekmektedir.
Hemen klavyelere saldırıp teröristler dışarda vatanseverler içerde gibi o ayrımcı dili kullanmak istemeden de olsa kendi içimizde bölünmemize sebep olacaktır.
Orada ceza alan insanların içersinde bir sürü insanın ahını almış kişilerin olduğu unutulmamalıdır.
Faili meçhuller, toplu mezarlar, yakıp yıkılan köyler, evlatlarını yitiren anaların gözyaşları...
İnsanlara saygısızlık etmeden değerlendirmek gerekiyor bazen ve bir insana saygı onun acısına zayıf noktasına saygıdan başlar.
Ergenekon davası bir cemel olayı olmasın izin vermeyelim istiyorum.
Ayrımcı dili bırakalım oradaki hukuksuzluğu eleştirelim ama bunu bir halkın ki bu dava da bir şekilde taraf olan acısını yaşamış bir halk üzerinden yapmayalım.
Burdaki hukuksuzluğu gözardı etmeyelim ama bu isimlerin arasında gerçekten suçlu olan bu halka acı çektirmiş insanlar olduğunu da unutmayalım.

Eğer sanıklardan biri tecavüzcüyüm deseydi daha az ceza ile yırtardı falan diye ucuz populizmden uzak duralım istiyorum. Çünkü gerçekten o isimlerin arasında tecavüzcüler var. Bu halkın canına namusuna geçmişine köküne kültürüne tecavüz etmiş insanalr var. Unutmayalım.


4 Ağustos 2013 Pazar


Bahça duvarının öbür yanı erik ağacı
            Esti mi rüzgar dağılır yelesi
            Sanki 4 kapılı evin tek bir kızı
            Suç sende değil sana meyli verendedir.

 

Sırrını gizli tut aşikar eyleme hiçbir cana
            Ne yanan kalp olur ne giden yalnız canan
            Bir dert ki bu olur olmaz düşer akla            Suç sende değil sana meyli verendedir

 

Yeşil gözlü pirim adalet çorbasına tuz olmuş
            Yetmiş iki millet sevda için bir olmuş
            Bir kimsesiz fukara derdinden pir olmuş
            Suç sende değil sana meyli verendedir

 

Olga der bimiyorum hangi bahçanın eriği
            Bu yana düşen saç, bu yana düşen peri tozu
            Her gün ayrı bir ses, kuş dolu çamaşır ipi
            Suç bende değil bana irade vermeyendedir

1 Ağustos 2013 Perşembe

"Kendisi iyi ki var"


Senin gözlerinde bir kapı var, yüzüme kapalı.
Ses tellerinde keman çalan binlerce melek...
Senin benden uzağa düşen bir yanın var,
Her yanını seviyorum.
Bir düş var gördüğüm sen hep içindesin
Kimi gün insan,kimi gün çiçek...
Hep farklı biçimdesin.
Halbuki nefesinin karınca yuvası gibi ağzıma doluşunu sevdim ben
Bir elma tutturmuşsun, bir de masmavi deniz
Elmayı ıssırıp ıssırıp tükürüyorsun.
Sonra kedilere yemek veriyorsun,
Lapa pilav biraz süt
Sevmek nasıl da yakışıyor sana
Böyle tenine çivilerle çakılmış bir koku
Bir tutam yasemin, biraz limon çiçeği, hafif deniz...
İçtiklerimden olsa gerek diye düşünüyorum
Senle sevişmek pamuş şeker kazanına düşmek gibi
Özlüyorum seni.
Özledikçe yorgun düşüyorum.

Sanıyormusun her vapur bizi Kadıköy'e götürür
Bunun daha Karaköy'ü var.Kim bilir Eminönü...
Evinden uzakta bir başına...
Sonuçta Mersin'e hepsi uzak.
Dımdızlak kalırsın bazen,
Sigaran biter bir yabancıdan istersin.
İstanbul anlamaz yazdan falan,
Ağustosta yağmur yağar, ıslanırım.
Yanına gelmek isterim hep bir şeyler çıkar.
Bayrama küser Allah'a hırslanırım.

Bu gün kötüsün biliyorum.
Halbu ki yanında olsam öperdim seni.
Etrafında pervane,
Ayağın yere değse aklım çıkardı.
Dizkapaklarından severdim seni
Ağrıyan neren varsa orandan.
Ağrıyan her yerine Allah sürerdim.
Dua bilmiyorum affet beni.
İyileşmezsen yapacak bir şey yok O'na söverdim.

18 Temmuz 2013 Perşembe

Mersin... Güle güle again...


Mersin'de devrim güneşli bir günde olacak
Motorlara binip zafer işaretleri yapacağız.
Güzel kızları öpeceğiz sonra.
Durmadan
Dudaklarına güneş sürmüş
Akdenizin beyaz kızlarını
Öpmezsek yorgun düşeceğiz
Denize karışan dere kenarındaki kamışlardan
uçurtmalar yapacağız
Biz senle bir ucurtma bile uçuramadan...
Pembe bir ucurtma...
Ama bu sefer ucuracağız.

Tüm halklar öpüsecek bunu bekledik
Barış için yatılan tüm rüyalar
Bekledik ki öpüşürüz kimselere ilişmeden
Kalabalıklarda
Dudaklarında kalmış medeniyet tozu
Derimizin üzeri balçık gibi bir parmak modern zaman sancsı...
Öpüşünce geçer sandık
Sandık mor dudaklara can gelir
Dilin üç gün suda kalmış gibi tatlı
Dilin ağzımın içinde,
Dilime can verir.

Bilmiyorum aşk ne demek senin için
Ben her yanına iliştiğimde
Allah vermesin ölürdüm.
Böle teninde eriyişi tenimin, terinin tuzu sonra
Beyaz halin, dokunsam her yerinden huylanan sen
Mersin gibi kokarken
Ve o sevmediğin ayakların...
Şimdi bir özlemek ki hangi çocuga fısıldasam
Neşesi kaçar.
 

16 Temmuz 2013 Salı

Birkan geldi.Sigara içiyoruz.

"Al sevgilim anne ol bununla"

Senin incecik bir belin var.
Beyaz bir soru işareti gibi
Biçimi kum saati, etin ayışığında dinlenmiş
Bir şarkı gibisin tüm notaları deniz gören
Sesin akdenizde demlenmiş...
Püfür püfür halinin sebebi Mersin
Dudakların tam da her kapıya uyan anahtar
İçeri bir sızışın vardı
Göğsüne sakladığın güneş oracıkta doğuyordu.
Denizler dalga dalga, jiletle çizilmiş gibi
Senin gülüşünün bir manası vardı
Böyle tüm toplam olarak biliyorduk.
Kıyamet alameti, dudak rengin kaos
Hep senin için iyi şeyler diliyorduk.

Ver eline gidelim İstanbula.
Kalksana
Taksim sivil ne güzel oldu.
Baksana!

İçimde tüm odayı pembeye boyama coşkusu
Bir erkek için büyük savaş.
Benim için bile...
Bırakıp gitmek her şeyi,
Dönüp geriye ama neden dememek?
Ama neden sevemediniz beni...
Hani olur ya sıkılmak,
Hiç bilmediğin bir yerde kaybolmak gibi
Şimdi çiziyorum üstlerini
Ayaklarına taş bağlayıp akdenize bırakıyorum
Şiir yazmaktan da vazgeçtim.
Bunları hep şekilli dursun diye yapıyorum.

Beşiktaşlı kızların gözleri daha mı güzel oluyor
Yoksa ben konu beşiktaş olunca
Hep mi aşk doluyorum.

12 Temmuz 2013 Cuma

"Dünyayı Gezi kuratacak ve bir ağacı sevmekle başlayacak her şey"

Haziranda ölmek zor...

Dünya değişiyor hep değişti hep de değişecek.
Ne mutlu ki bize bu sefer biz değiştiriyoruz.
Bir aydan fazladır,meydanlarda sokaklarda hiç tanımadığımız kardeşlerimizle...
Dışlanmanın ve eksik aidiyet duygusuna sahip olmanın ortak payadası bizim aramızdaki bağ...
Hasan Hüseyin haziranda ölmek zor derken bizi kastediyomuş...
Öldüremediğiniz gençleri, bu kadar öldürmek isteyip de öldüremedikleriniz...
Ethem öldü sanıyorsan vurulduğu yere git.
Yerin altından hiç görmediğin bir el paçana yapışırsa şaşırma ama...
Antakya'ya git de maskesiz talcidsiz direnci gör...
Öldüremediniz.
Hatta korkutamadınız bile. Ne acı bir iktidar için...
Bak Antakya nasıl ayakta, Dersim nasıl bozdu huzurunuzu, Gezi nasıl bir dert oldu gece uykularınıza...
Kadıköy'deki kalabalığı tanıyodunuz, o kalabalıklara alışkındıız ama;
Ya Antakya, ya Gezi...
Armutlu,İstiklal de ki iftar sofraları, baş eğmeyen müezzin, görüntüleri silinen faili meçhuller, palalı delikanlılarınız, kırmızı elbiseli kız masalı...
Molotof şakası, sabah baskınlarınız, polis, avukatlar, genç tabipler, güzel kızlarımız, duvar yazıları, AKM, halay, yaşasın halklerin kardeşliği...
Farkındasınız demi, bu dili tanıyorsunuz siz.
Laik Türkiye değil boyun eğme pankartları...
Ölümle dalga geçen çocuklar, sokaklar, dayanışma, bilinç ve mizah...
Bu romantiklik bu ateş bu senin deyiminle devrimcilik oyunu...
Bu sefer hesap başka haklısın. Bu sefer hesap çok eskilere dayanan bir hesap...
Bu kavga Adem ile Havva ya uzayan bir yara...
Biz halkların sevgililiğini isteyen gülmeyi seven çocuklar...
Elinde ki bira şişesini bırakıp namaz kılanlara siper olan gençler...
Bu sefer ne senin bilmem kaç maddelik anayasan, ne gitmen, ne yerine başkasının gelmesi...
Hiç biri mühim değil.
Bunlar olacak doğal sonuçlar.
Fakat biz şuna inanıyoruz.
Faşizme dünya üzerinde bir mezar gerekiyorsa bu Anadolu, bir cellat gerekiyorsa bu da Anadolu halkları olmalıdır.
Biz sevmesini sevilmesini biliyoruz size de öğretecez.
Biz özür dilmesini biliyoruz size de öğretecez.
Kendi seçimin ve iradenle gerçekleşmeyen şeyler ile gurur duyma şapşallığını tek tek anlatacaz size.
Ölenin arkasından kim olduğuna bakmadan üzülmeyi, empatiyi, ayıbı,adaleti,insafı...
Biz genciz hepsini öğretecek zamanımız varda sizin öğrenecek süreniz kaldı mı bilmiyorum.
Din Don Din Don...
Ziller senin valin, belediye başkanın, polisin...
Ziller sizin için çalıyor sayın başbakan.
Biz öldürerek değil severek değiştirecez dünyayı.

"Dünyayı Gezi kuratacak ve bir ağacı sevmekle başlayacak her şey"