12 Şubat 2014 Çarşamba

O biçim bir hikaye bu.

           İnsanın her şeyi yapabilecek gücü olmasına rağmen 
             hiçbir şeyi değiştirebilecek kudreti olmaması  üzerine bir kitap bu. 
             Şairin dediği gibi yani;

             Ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün…

                Numquam potest non esse virtuti locus

                 ( Cesaretin yersiz olacağı hiçbir durum yoktur)

                                            Medea, 161        


                      Çok eğlendim. Teşekkür ederim. Hoşçakalın
                                            Romain Gary


Kendimi sevmiyorum. Ama erkek olduğum için sevmeden sevişebiliyorum. Bu sebeple kimse mastürbasyon konusunda beni suçlayamaz. 
Sokağa çıkıp yürümeye başlıyorum.
Gideceğim yer belli ama yolda fikir değiştirip Suphi Abi'nin dükkanına doğru yol alıyorum.
Dükkana girer girmez taze demlenmiş kaçak çaydan bir bardak dolduruyor Suphi abi.İçine bir tutam karanfil attığı hemen belli oluyor.Dudaklarım uyuşuyor. Hiç beklemeden bir sigara sarıyor.Suphi abi bir acayip adam... Sonra başlıyor konuşmaya.
-Bırak o amerikan sigaralarını. Halis muhlis Adıyaman tütünü.Çelikhan. Bak hele kız gibi kokuyor. Sapsarı kız gibi.
-Bir de neden sürekli öksürüyorum diyorsun.
-Ne alaka koçum. Öksürtmez bu.
-Öksürten tütün değil tütünü bu kadar seviyor olman.

             O sırada kapı açılıyor. Günün ilk müşterisi Suphi abinin iki katlı derme çatma sahafına giriveriyor. Ahşap merdivenelerle çıkılan ikinci katta olduğumuzdan Suphi abi açılan kapı sesi ile birlikte hemen aşşağı koşturuyor.
-Tut şu sigarayı gelecem. Hem sarma sigara bu bırakınca sönmez.
Suratında ki mutluluk ifadesi liseli bir kızın ilk cilvesi gibi tatlı duruyor. Tamam diyorum.
Aşağı inip müşteri ile konuşmaya başlayınca bir kız sesi geliyor kulağıma. Sesin sahibini merak ediyorum. Suphi abinin Ahmet Kaya'nın ilk sazı olduğunu iddia ettiği bağlamanın altındaki sedirden kalkıp merdivenlerin ucundan kafamı uzatıyorum.

              Bu dakikadan sonra olanları sonradan hatırlıyordum.


Suyun üzerine düşen bir damla yağlıboya gibi halka halka dağılıyordum. Midem içine sopa sokulmuş arı kovanı gibiydi. Terliyordum. En çok ellerim terliyordu. Avucumun içi Hint Okyanusu kadar derindi, ellerimi tutsan boğulurdun. O kadar çok terliyordu ki avuçlarım, parmak uçlarımdan bozuk ahşapa dökülen damlalar uzaktan bakan biri için küçük çapta bir şelaleyi andırıyordu. Emindim.

 Suphi abi içeri giren kızın yanına yaklaşıp sordu:         

-Aradığın bir kitap var mı kızım?

Ahşapa dökülen bir avuç misket gibi çoğaldı sesi Kadıköy’ün ortasında. 19 Mayıs Bandosu gibi gururlu bir ses sızıverdi dudaklarının arasından… Ben o an olduğum yerde yüz kilo aldım, kollarımı hareket ettiremiyor, olduğum yerden bir adım dahi ilerleyemiyordum Kıyamet kopmuş, sur üflenmişti. Koşturmaktan al al olmuş yanaklarına düşen ip gibi incecik saçlarını eliyle omuzlarından gerisin geri savurdu.

-Dünyanın En güzel Arabistanı…
Sustu sonra. Suratı Kolombiya Kahvesi gibi sert hatlarla çiziliydi. Gülüşü ise bir damla süt gibi bembeyazdı. Yüzünde ki sertlik gülücüğü ile yumuşuyordu. Sütlü kahvemdi o benim. İki yanağının ortasında simetrik duran gamzeleri Tanrının mühürü gibiydi. Gözleri hurma yanakları elmaydı…
Aşktan mahvolmuştum. Parça parça dökülüyordum. 

 Adem'i elma ile sınayan beni seninle deniyordu sevgilim.

Aldığı kitabı poşete koymadan çantasının içine atıp dükkan çıkıvermişti. Döküldüm arkasına. Suphi abi nereye diye sormadı. Profesyonel bir mecnudu o sonuçta. Aşkı nerde görse tanırdı.
Rıhtıma doğru yürüyorduk şansımız vardı Kadıköy’deydik. Hangi sokağa sapsak önümüz mavi… Kadıköy’de her sokak denize dökülüyordu ne de olsa. Yürüdü biraz, yolda iki farklı selpak satan kıza para verdi ama sadece birisinden selpak aldı. Büfe’nin birinde durup bol fotoğraflı ama az yazılı dergilerden aldı. Bir de slim sigara… En hafifinden. 
Kadıköy’den modaya çıkan yokustan sola girdi… Cemal Süreyya sokak… 
Yavaş yavaş yürüyordu. Pencere pervazında yürüyen kedi gibi bir havası vardı. Yeşil eteği, dizi ile incecik ayak bileğinin arasında bir yerlerde bitiyordu. Hızlı hızlı koşturuyordu bende arkasından gidiyordum. Çok fazla polis filmi izlemiş olmamın avantajını kullanarak arabaların arasına saklana saklana ilerliyordum. Ne yapıyordum nereye gittiğini görsem nekazanırdım neden burdaydım... Bilmiyordum. Bir havası vardı ki, yürüdükçe her şeyi girdabına katıpyanında sürüklüyordu. Sonra birden ayağı takıldı. Cemal Süreyya sokak tabelasının hemen altında ki kaldırımın üzerine düşüverdi. Sanki ikinci kattan bırakılanbir kuş tüyüydü. Salına salına düştü. Koşuverdim yanına.

- Elinizi verin lütfen.
- Teşekkürler. Ayağım acıyor ama.Bir anda dengemi kaybettim. Nasıl olduğunu anlamadım bile.
Yüzü limon gibi olmuştu.Canının acıdığı belliydi. Ayağını dizlerimin üzerine aldım:
-Bakayım bir isterseniz doktor sayılırım ben.
-Desenize iyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş.
-Ayağınıza geldim.Bu arada mazur görün ama bileğinize bakarken ufak bir... 
- Acıdı.Öyle çevirince acıyor.
Lafımyarım kalmıştı.
- Böyle acıyor değil mi? Tamam anladım. Durun biraz, bir kaç esnetme hareketi yapmalıyım sonrasında bir şeyiniz kalmayacak. Hafif bir burkulma sadece...
Zaman kazanmak için saçmalıyordum. Güvencem bildiğim bir gerçektendi. Acı insanı çaresiz kılar. Ve çaresiz insan her ışığın peşine düşer. Ne desem yapacaktı.
- Bu sırada aklınızın dağılması için size ufak bir hikaye anlatayım istermisiniz? Acınıza odaklanmamış olursunuz hem.
- Tabi ama ayağım ağrırken arada kopar dinleyemezsem kusuruma bakmayın.
Acımıza rağmen nasıl zarifiz.Aman Allah'ım!
-Ne mühim. Sizin dinlediğiniz kadarı önemli zaten dinlemediğiniz kelimeler kesin çirkinlerdir.
Dünya saçmalama rekorunu kırdım.Bayrak bendeydi. Devam ettim.
-Burası Cemal Süreya Sokak. Hikaye o ki Süreya ölmeden önce aşk ile ilgili bir şiir yazıyomuş ve en güzel şiirim bu olacak diyormuş hep. Bitiremeden ölmüş ama. Lakin bir gün ki ölmeden iki gün önce olduğu söyleniyor, şiir açık penceresinden sokağa fırlamış. Rüzgarlı bir günmüş ve kaldırıma düşüvermiş. 
Saçmalıyordum kanım hızlı akmaya başlamıştı. Midem karıncalanıyordu. Ben ne yapıyordum.
Bir süre sustum. Yutkundum. Takriben yedi saniye...
-Evet devamı var mı?
-Ben ne şanslıyım ki Süreyya'nın bitiremediği ve buraya düşürdüğü en güzel şiirini o öldükten sonra bulan ve okuyan ilk adamım.
-Gerçekten mi? Nerde peki şiir.
-Sensin.
Ağzımdan öle çıkıverdi. Utancım lav oldu taştı göğsümden, mahcupluğum zülfikar oldu alevlerde ısıtılıp ısıtılıp gözbebeklerimi çizdi. Dudaklarım 7.4 şiddeti ile sallandı. Gözlerim karardı. Kalkıp koşmaya başladım. Arkada nasıl biri bırakmıştım acaba,düşünecekzamanım yoktu. Bir deliye rastladığını düşünüyordu eminim. Bir manyağa beki bir sapığa... Yerin dibine girmiştim. Bir ses böldü koşumu ve bitmez utancımı;
-Siz nerde doktorsunuz bu arada.Adınız ne bir de ?
Battı balık yan gidermiş ne de olsa.
-Adım Taylan. Ve doktor falan değilim asker de sadece revir de nöbet tutmuştum. Hepi topu yedi kere.
Koştum. Cehenneme doğru koşar adım ilerliyordum. Ama bilmediğim bir şey vardı ki aşık adam için yer kabuğu dünyanın en hızlı yürüyen merdiveni olurmuş ve aşık adam daima ters tarafa koşmaya çalışırmış. 
Bir baktım o kadar koşmama rağmen aynı yerdeyim.
Koşarken durup arkamı dönüyorum. Derin bir nefes alıp soruyorum. 
-Sizin adınız ne?
-Di.
-Nasıl Di. Nota gibi mi yani?
-Nota mı?
Cevap vermeden koşuyorum.
O gün Kadıköy'de zaman benim için durmuştu fakat ben henüz bilmiyordum.    
Öğrenecektim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder